Yıl: 2004/ Cilt: 6 Sayı: 1 Sıra: 7 / No: 194 /     DOI:

Küresel Rekabet Ekseninde İhracatçı Firmalar İçin Bir Risk Faktörü: Sosyal Ve Ekolojik Damping
Araş.Gör. Timuçin YALÇINKAYA Aytül ÇAKIR
Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü

Giriş

Bugün, küreselleşme olgusunun çok boyutlu anlamının sürekli derinleştiği bir dünya düzeni söz konusudur. Bir ülkeye ait ekonomik ya da sosyo-kültürel değer, bir başka ülkeye kısa zamanda taşınmakta ve taşındığı ülkenin değerleriyle sıkı şekilde etkileşim geçirmektedir. Ancak, bu her zaman olumlu bir anlamla yüklü değildir. Bir ülkenin ya da küresel çapta faaliyet gösteren bir firmanın politika, plan ve kararları, diğerleri için kısıtlayıcı bir içerikte olabilir. Küreselleşmenin serbestleşme anlamı, bu kısıtlayıcılığa daha uygun bir zemin hazırlamaktadır. Serbestleşme, denetlenemezliği de beraberinde getirmektedir. Fakat bu denetlenemezlik, ulus-ötesi düzenlemelerle dengelenmektedir. Bu felsefi açılımın dış ticarete yansıması da söz konusudur.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra dünya ticareti serbestleştirilerek refahın artmasına hizmet edilmeye çalışılmıştır. Bunda başarılı da olunmuştur. Ne var ki; ulusal ekonomilerin korunma ihtiyacı, serbestleşmeden sapmaları ortaya çıkarmıştır. Bu sapmaların dünya refahını azalttığını söylemek doğru olmayacaktır. Kısmî bir doğruluk olsa da, korumacılık temeline kayan dünya ticareti özellikle sosyal ve ekolojik kaygılara dayalı ekonomi-dışı gerekçeler ekseninde şekillenmektedir. Bu gerekçelerin haksız olduğu söylemi yersizdir. Söz konusu sosyal ve ekolojik kaygıların küresel fiyat rekabetiyle birleşmesi de, dış ticarette "damping" konusuna/sorununa dikkat çekmektedir. Sosyal ve ekolojik kaygıları taşımayan ülkelerin ya da firmaların damping uygulamaları, uluslararası piyasalarda haksız rekabet gücü edinmelerine yol açmaktadır. Buna karşın, toplumsal refah düzeyi yüksek olan ülkelerin, bu refahı en azından korumak adına öne sürdükleri damping iddiaları ile sosyal ve ekolojik duyarlılıkları, küresel rekabeti daha da derinleştirmektedir.

Bütün bu çerçevede, çalışmanın birinci bölümü, küreselleşmenin değerlendirilmesine ayrılmıştır. Bu bölümde, küreselleşmenin dinamikleri ve küresel rekabet anlayışının boyutları işlenecektir. Küresel-serbest rekabet ekseninde dünya ticaretinde nasıl bir trendin ortaya çıktığı da yine bu bölümde ele alınacaktır.

İkinci bölümde, dünya ticaretinin trendinde yeni korumacılığın yeri incelenecektir. Yeni korumacılık akımının damping boyutunun da ele alınacağı bu bölümde, dampingin doğuşu, etkileri ve dampinge karşı izlenen stratejiler değerlendirilecektir.
Üçüncü bölümde ise, damping iddialarına yol açan sosyal ve ekolojik kaygı ve duyarsızlıklar, uluslararası düzenlemeler bağlamında aktarılacak; son bölümde ise, dampingin çeşitli yönleriyle Türkiye'yi ne denli etkileme olasılığı olduğu araştırılarak, Türkiye'nin damping yerine gerçek bir küresel fiyat rekabeti üstünlüğü için öneriler sunulacaktır.

1. Küreselleşme ve Rekabet

II. Dünya Savaşı'ndan sonra, özellikle de 1980'li yıllarla birlikte yükselen neo-liberal politikalarla, tüm dünyada ekonomik sürecin serbestleşme temeline dayandığı görülmektedir. Bu serbestleşme akımı sadece ekonomik alanla sınırlı kalmamış, zamanla toplumsal bütüne yayılmış; teknolojik, sosyo-kültürel ve politik alanlarda da dışa açıklık ve serbestlik temelli küresel bir yapı oluşmuştur. Bu yapıda, coğrafi sınırların önem kaybettiği, teknolojik, ekonomik ve politik sınırların ise kalktığı bir dünya düzeni ortaya çıkmaktadır. Böyle bir serbesti düzeninin çağrıştırdığı temel kavram ise "rekabet" olmaktadır. Gerisinde yatan dinamiklerin sürekli çeşitlendiği küreselleşme süreci, rekabet anlayışını ve işleyişini de şekillendirmektedir.

1.1. Küreselleşmenin Dinamikleri

"Küreselleşme", 1980'li yıllarla hızlanan, serbesti düzenine dayalı bir süreçtir. Bu dönem, ABD'de Reagan ve İngiltere'de Thatcher hükümetlerinin bir model hâline getirdikleri ve tüm dünyaya, özellikle de gelişmekte olan ülkelere kabul ettirmeye çalıştıkları neo-liberal politikaların yayıldığı bir dönemdir. Ancak, küreselleşme, bundan çok daha öncesine kadar, 15. ve 16. yüzyıllara kadar götürülebilir. Coğrafi keşiflerin sıklaştığı, gemi yapımının, pusula kullanımının yaygınlaştığı bu dönem, bir anlamda serbestinin, küreselleşmenin doğduğu dönem olarak nitelendirilebilir. Yine de, II. Dünya Savaşı sonrasındaki serbesti ortamı 15. ve 16. yüzyılların küresel faaliyetlerinin serbestisinden daha köklü ve daha çok yönlü olmuştur.
Savaş sonrasının Soğuk Savaş süreci de, 1980'li yılların neo-liberal politikalarının etkisiyle son bulmuştur. 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması ve 1991'de SSCB'nin dağılması, siyasi anlamı da içeriğinde yer almakla birlikte, ekonomik alanda kapitalizm-sosyalizm çekişmesinin kapitalizm lehine sonuçlandığının bir işaretiydi. Siyasi alandaki bu açılım her ne kadar tek kutuplu bir küresel düzene yol açtıysa da, bu tek kutbun ekonomik sistemi olan kapitalizm, serbest düzen anlamıyla kendi içinde çeşitliliği barındırmaktadır.

Serbesti düzeninin teknoloji alanındaki gelişmesi ise, bilgisayar, internet ve uydu aracılığıyla iletişimde gerçekleşmiştir. Coğrafi sınırları anlamsız kılan teknolojik gelişmeler, mekan ve zaman kavramlarının yeniden sorgulanmasına sebep olmuştur. Örneğin; bir piyasanın oluşması için üretici ve tüketicinin bir araya gelme şartı ortadan kalkmış, piyasa elektronik bir boyut kazanmıştır.

Öte yandan, neo-liberal ekonomi politikaları ticari ve finansal serbestleşmeyi getirmiştir. 1986-1994 döneminin sonrasında dünya ticareti daha serbest hâle gelmiş ve bu serbestleşme sayesinde de küresel büyüme ve kalkınma belli ölçüde de olsa sağlanabilmiştir. Ancak, tek kutuplu siyasi düzenin ve teknolojik gelişmelerin beraberinde gelen risk, ekonomik alandaki serbestleşme paralelinde de görülmüş; ekonomik krizler küresel boyuta taşınma potansiyelini her zaman içermiştir.

Küreselleşme, bir başka deyişle serbestleşme, ekonomik alan başta olmak üzere tüm alanlarda rekabeti de beraberinde getirmiştir. Küresel rekabet pozitif dışsallık yaratmaktadır; ancak, küresel, ulusal ve bireysel refaha olan katkısının yanı sıra, rekabetin mutlak doğru olmadığını gösteren sonuçlar ve uygulamalar da zaman zaman belirmektedir. Uluslararası düzeyde haksız rekabet gücü edinmeye yarayan damping uygulamaları bunun bir örneğidir.

1.2. Küresel Rekabet ve Belirleyicileri

Ekonomik faaliyetlerin küresel düzlemde etkiler ortaya çıkarıyor olması ve bu küreselleşme sürecinin serbestleşme temelli olması, rekabetin önemini artırmaktadır. Ticaretin serbestleşmesi ve doğrudan ya da finansal yatırım amaçlı sermayenin serbest dolaşımı, küreselleşme akımının en belirgin yanını ortaya koymaktadır. Bugün, çok uluslu şirketlerin, ulusal hükümetlerin politikalarını etkisiz bırakabildiği bir dünya ekonomik düzeni söz konusudur. Bu durum, özellikle gelişmekte olan ülkelerde uluslararası sermayenin plan ve kararlarına bağımlı kalmak anlamına gelmektedir. Çok uluslu şirketlerin yön verdiği dünya ticaretinden pay alabilmek ise, küresel çapta fiyat, kalite, hizmet ve yenilik boyutlarıyla rekabet gücü edinmeyi gerektirmektedir.

1940'lı yıllarda Maurice Clark'ın bilimsel temellerini attığı rekabet anlayışı; fiyat, kalite, hizmet ve yenilik boyutlarıyla piyasadaki diğer aktörlere bir belirsizlik yaratmayı içermektedir. Bu anlayış sadece ulusal ekonomiler için geçerli olmaktan çıkmıştır. Uluslararası ticaretin serbestleşmesi, bir firmanın kendi ülkesinde bile yabancı firmalarla yarışması zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Bu rekabetin küresel boyuta taşınması da, firmaları "fiyat", "kalite", "hizmet" ve "yenilik" açılarından farklılık yaratmaya zorlamaktadır.

Fiyat yoluyla rekabet gücü edinmenin iki yolu vardır: Ya maliyetleri etkileyen değişkenlerde tasarruf sağlanmalı, ya da dampinge başvurulmalıdır. Uluslararası ticaret engellerinin kaldırılması yönündeki kurumsal düzenlemelerle dampingin önlenmeye çalışıldığı bir gerçektir. Bu durumda, pozitif içsel ve dışsal ekonomiler (ölçek ekonomileri) yaratarak maliyetleri düşük tutma yeteneği geliştirmeleri, firmaların asıl üzerinde durması gereken nokta olmuştur. Ölçek ekonomilerinden yararlanmak için de bir firmanın yapabilecekleri; araştırma-geliştirme (Ar&Ge) olanaklarını artırma, firma içi eğitim programlarını geliştirme ve etkinleştirme, teknolojik buluş ve yenilik ortaya koyma, diğer sektörlerden düşük fiyatlı girdiler sağlama gibi seçeneklerdir.

Küresel ölçekte kalite rekabetine girişebilmek için de; sıfır hata temelli toplam kalite yönetimi, markalaşma, Uluslararası Standartlar Örgütü ISO standartlarına uygun üretim-yönetim sistemleri, insan sağlığını ve doğal çevreyi gözeten malların üretimi gibi konularda üstünlük yaratma gereği vardır. Örneğin; Coca Cola firmasının plastik şişelerde tüketime sunduğu içecek karşısında, bir firma cam şişede içecek ürettiğinde kaliteli bir yaşam standardına katkıda bulunmak üzere rekabet ediyor olacaktır.

Hız, esneklik, satış sonrası servis ağı, bireye özgü üretim ve pazarlama, müşteri odaklılık gibi noktalarda sağlanacak rekabet gücü de, hizmet boyutunda elde edilecek olan küresel avantajların temelini oluşturmaktadır. Örneğin; Lewis firması, mağazalarına gelen müşterilerinin beden ölçülerini alarak 24 saat sonrasında teslim edilmek üzere kot pantolon üretebilmektedir. Bunu yaparken, bireye özgü esnek üretim temelinde hizmet hızı rekabetini öne çıkarmaktadır. Bu avantajıyla da küresel ölçekte yarışabilmektedir.

Yenilikçi yapıya sahip olmak ise belki de başlıbaşına bir rekabet gücü unsurudur. Uluslararası piyasalarda heterojenliği sağlayacak yöntemler bulma, ürünler geliştirme ya da piyasa değeri yaratma, bu yenilikçilikle bağlantılıdır. Örneğin; Samsung firmasının ışığa duyarlı televizyonları, bir farklılık ortaya koyarak diğer firmalar için bir belirsizlik ya da piyasa aksaklığı yaratmaktadır. Benzer bir örnek de, Ariston markalı beyaz eşyalardır. Ariston, buzdolaplarında geleneksel renk olan beyaza alternatifler getirerek açık tonda sarı, pembe, mavi gibi renklerde de üretim yapmaktadır.

Piyasadaki mallar arasında heterojenliği hedefleyen bu uygulama, piyasadaki diğer oyuncular olan rakip firmalara bir yenilik yoluyla belirsizlik sunmaktadır. Bu da rakiplerin başka yenilikler için motive olmalarına zemin hazırlamaktadır. Örneğin; Electrolux firması da renkli buzdolaplarının karşısına, internet erişimli bilgisayar desteği olan buzdolapları ile çıkmaktadır. Joseph Schumpeter'in bu "yenilik-belirsizlik zinciri" küresel rekabetin özünü oluşturmaktadır.

1.3. Küreselleşme Sürecinde Dünya Ticaretinin Gelişimi

İktisat biliminin temellerinin oluşturulduğu 18. yüzyılın sonlarından itibaren, Fizyokratlar, Adam Smith ve David Ricardo gibi iktisatçıların savunduğu dış ticaret görüşü, serbest dış ticaret şeklinde olmuştur. Bu görüşün gerisinde yatan neden ise, ekonomik alanda "bırakınız yapsınlar, bırakın geçsinler", felsefi alanda ise "bırakınız düşünsünler, bırakınız söylesinler" sözlerinin çağrıştırdığı doğal düzen-liberalizm düşüncesinde saklıdır (Kazgan, 2000: 62). Bu temellere göre şekil alan uluslararası ticaret serbestiye ve karşılaştırmalı üstünlüğe dayalıdır. Böylesine bir uluslararası ticaret ulusların refahını artırmaktadır.

Ancak, 19. yüzyılda İngiltere'nin egemen ekonomik rekabet gücü, Almanya'da ve ABD'de korumacılık fikrini yaygınlaştırmıştır. Fridrich List ve Henry Carey'nin öncülüğünde Almanya'da ve ABD'de bebek sanayilerin korunması amacıyla uluslararası ticareti sınırlama konusu gündeme getirilmiştir. 20. yüzyıla gelindiğinde ise benzer şekilde 1929 bunalımı, ülkelerin dışa kapanmasına, sermaye kontrollerinin sıklaşmasına, ticaretin sınırlandırılmasına ortam hazırlamıştır.

II. Dünya Savaşı sonrasında ise Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması GATT ile kurulmaya çalışılan serbest ticaret düzeni, savaş sonrasında ülkelerin yeniden kalkınmalarının öncü aracı olarak kabul edilmiştir. Zamanla bu ön kabulün haklı olduğu görülmüştür. Öyle ki; dünya ticaret hacminin gelişimi incelendiğinde; 1948 yılında 58 milyar USD'lik, 1953'te 83 milyar, 1963'te 157 milyar, 1973'te 578 milyar, 1983'te 1 trilyon 835 milyar, 1993'te 3 trilyon 639 milyar ve 1999 yılında da 5 trilyon 473 milyar USD'lik ticaret hacminin gerçekleştirildiği görülmektedir. Trendin sürekli yukarıya doğru olduğu göze çarpmaktadır.

GATT'ın temel misyonu, gümrük duvarlarının indirilerek dünya ticaretinin serbestleşmesini sağlamaktır. 1948'den 1994'e kadar süren dönem bu misyonun başarısını göstermekle birlikte, Uruguay Turu'nun tamamlandığı yıl olan 1994'te misyon bir üst düzeye sıçramıştır: Sadece mal ticaretinin serbestleştirilmesi değil, hizmet ticaretine yönelik engellerin kaldırılması da kurallara bağlanmıştır. Ek ve tamamlayıcı olarak, ticari boyutu olan fikrî ve sınai mülkiyet hakları da düzenlenmiştir.

1994'ten bu yana Dünya Ticaret Örgütü WTO'nun düzenlediği dünya ticaretinde gümrük vergilerinin düşürülmesinden kaynaklanan bir fiyat yakınlığı, ilk bakışta tüm ülkeler için geçerlidir. Örneğin, 10 yıllık bir sürenin sonu olan 2005'ten itibaren tekstil sektöründe gümrükler sıfırlanacaktır. Bu, uluslararası rekabeti maliyet unsurlarınca belirlenecek fiyata göre şekillendirecektir. Böylece, ülkelerin gümrükler yoluyla korumacılık uygulama olanağı ortadan kalkmış bulunmaktadır.

Ayrıntılarına bir sonraki bölümde girilmekle birlikte, korumacılığı gerektiren durumların varlığı, "birinci en iyi" olan serbest ticaretten sapmaları ortaya çıkarmıştır. "İkinci en iyi" olan korumacılık ise, ülkeleri gümrük tarifeleri dışında engeller aramaya itmiştir. Her ne kadar küreselleşmenin/serbestleşmenin hızlanmaya başladığı bir dönemden geçildiği biliniyorsa da, 1970'lerle birlikte yeni korumacılık akımı doğmuştur. Bir ikilem gibi algılansa da, serbest ticaretin aksaklıklarının sebep olduğu yeni korumacılık, "ikinci en iyi" olarak, serbestlikle bir arada bulunmaktadır.

2. Dünya Ticaretinde Yeni Korumacılık Eğilimleri

2.1. Yeni Korumacılığın Gelişimi

Gümrük tarifelerinin GATT kurallarıyla denetleniyor olması, 1970'lerden itibaren alternatif koruma yöntemlerini gündeme getirmiştir ki; bu yöntemler de, yeni korumacılık akımı ya da tarife dışı araçlar olarak bilinmektedir. Yeni korumacılığın amaçları arasında bebek endüstrilerin dış rekabete karşı korunması amacı, geleneksel bir nitelik kazanmıştır. Yeni korumacılık, özellikle ekonomik alanla sosyal alanın kesişimindeki ciddi noktalara dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, sosyal ve ekolojik dampinge karşı koruma, askerî, sosyal ve çevreyle ilgili olarak güvenliği sağlama gibi amaçlar, bebek endüstrilerin korunması amacının gittikçe önüne geçen bir öneme sahiptir. Öte yandan, yeni korumacılığın, ulusal pazarlık gücünü artırma, stratejik ticaret politikası geliştirme gibi amaçlara yönelik olduğu da dikkatlerden kaçmamalıdır.

1970'lerde baş gösteren küresel durgunlukla beraber ortaya çıkan yeni korumacılık önlemleri, bugünkü uygulamaları itibariyle miktar kısıtlamaları, mali nitelikli engeller ve idari ve teknik engeller şeklinde üç kategoride incelenebilmektedir (Seymen, 2000: 101):

Miktar kısıtlamaları; kotalar, ithalat yasakları, ambargo ve gönüllü ihracat kısıtlamaları gibi, ithalatı dolaysız olarak sınırlandırmaya yönelik uygulamalardır. Mali nitelikli araçlar içinde; üretim ya da ihracat sübvansiyonları, telafi edici vergiler ve anti-damping vergileri, ayrımcı devlet satın alımları, ithalat teminatları, çoklu kur sistemi gibi, bu kez ithalatı dolaylı yollardan etkilemeye yönelik araçlar yer almaktadır.
İdari ve teknik engeller, günümüzde, bir anlamda ticareti kısıtlamaya yönelik gerekçeler yaratma şeklinde bir içeriği olan araçlar olarak görülmektedir. Sosyal, ekolojik, askerî, siyasi gibi ekonomi dışı nedenlerle korumacılığın öne çıkması, bu tür engelleri sürekli gündemde tutmaktadır. İthalat lisansları, menşe kuralı, sevk öncesi inceleme gibi yöntemlerle bu tip engellemeler söz konusu olmaktadır. Diğer tarife dışı araçlara kıyasla uygulamada daha sık yer almaya başlayan idari ve teknik engellerin en önde gelen nedeni, tüketici sağlığı ve güvenliği ile doğal çevrenin korunmasıdır. Bu nedenle, özellikle gelişmiş ülkelerin (GÜ'ler) haklı olarak öne sürdükleri bir sınırlandırma olması dolayısıyla, yine özellikle gelişmekte olan ülkelerce (GOÜ'ler) önlemi alınamayan, kaçınılamayan idari ve teknik engeller, gelecekte de koruma politikalarında önemli bir yer tutacaktır.

2.2. Yeni Korumacılık Temelinde Damping

Esasen GATT/WTO kurallarına aykırı olmakla birlikte, özellikle GÜ'lerin haklı gerekçelerle korumacılık politikası izledikleri bir gerçektir. Yeni korumacılık gerekçeleri arasında yer alan sosyal ve ekolojik damping, fikrî haklar, insan sağlığı gibi konulardaki engellemeler bugün ve gelecekte, dünya ticaretinin serbestleşmesinin yanında kaçınılmaz olarak uygulanan ya da uygulanacak olan engellemelerdir. Yeni korumacılığın nedenleri arasında yer alan damping ve buna karşılık olarak uygulanan anti-damping vergileri, küresel ticaret payından daha fazla pay alma çabalarının günümüzde en sık tartışılan sorun alanlarından birini oluşturmaktadır.

Damping, ihracatçı büyük bir firmanın -ki bu firma iç piyasada tekelci konuma yakın bir piyasa oyuncusudur- malını dış piyasada iç piyasadan daha düşük bir fiyattan satma uygulamasıdır. "Damping" deyimi, başlangıçta üreticilerin yurtiçinde satamadıkları malları, iç fiyatları kırmamak için dünya pazarlarına boşaltmaları (dump) anlamında kullanılmıştır (Seyidoğlu, 1998: 171). Damping aslında bir uluslararası fiyat farklılaştırmasıdır. Tekelci güce sahip ihracatçı bir firmanın, uluslararası fiyat farklılaştırmasına gidebilmesi için temelde iki koşul gerekmektedir: Birincisi, iç ve dış piyasalar birbirinden ayrılmalıdır. Piyasalar ayrı olmazsa, mal ucuz olduğu piyasadan satın alınarak pahalı olduğu piyasada satılabilir (re-export). Bu ise, tekelcinin piyasalar arasında yaratmaya çalıştığı fiyat farklılığını ortadan kaldırır. İkinci olarak da, ayrılmış olan bu piyasalarda talebin fiyat esnekliğinin farklı olması gerekir. Bu durumda ihracatçı, talep esnekliğinin yüksek olduğu piyasada fiyatları düşük tutacak, esnekliğin düşük olduğu piyasada ise fiyatları yüksek düzeyde belirleyecektir. Bu bağlamda, kendisine damping iddiasında bulunulan firma (genelde GOÜ'lerden bir firmadır) talep esnekliğinin yüksek olduğu ülkede (genelde gelir düzeyi yüksek, GÜ'lerdendir) düşük fiyat uyguladığı için iddiaları karşılamak zorunda kalmaktadır.

Damping genel olarak üç türde incelenebilir (Seyidoğlu, 1998; 173): Geçici damping, ihracatçının ülkesinde talebin daralması ya da yapısının değişmesi gibi nedenlerle iç satışların azalması ve stokların birikmesi durumunda uygulanır. Burada stokları azaltıncaya kadar yapılacak bir damping, değişken maliyetleri karşılayacak bir fiyat düzeyinde yapılabilir. Yıkıcı damping, büyük bir firmanın, dış piyasadaki rakiplerini ortadan kaldırmak için fiyatlarını onların rekabet edemeyeceği bir düzeye kadar düşürmesi şeklinde gerçekleşir. Rakipler piyasadan çekildikten sonra ihracatçı firma, fiyatını yükselterek tekelci konum edinmeye çalışır ve böylece haksız rekabet gücü kazanmış olur. Sürekli damping ise, ihracatçının, dampingi bir politika olarak devamlı uygulaması olup, bir tür uluslararası fiyat farklılaştırmasıdır.

Genelde, damping iddialarının yöneltildiği ülkeler, gelişmekte olan ülkelerdir. Her ne kadar bu ülkeler, ulusal paralarının gelişmiş ülke paraları karşısında değersiz olmasından dolayı bir rekabet gücü edinebiliyorlarsa da, asıl önemli olan, maliyetler yoluyla rekabet gücü kazanabilmektir. Nitekim, GÜ'ler özellikle Ar&Ge ve teknolojik gelişme yoluyla düşük maliyet avantajı sağlayabilmekte ve dış piyasalarda damping uygulamasına gerek görmemektedirler. GOÜ'lerin ise en önemli düşük maliyet faktörü, işgücünün düşük ücretidir. Öyle ki; bu ülkelerde nüfus artış hızının yüksek olmasından kaynaklanan, yüksek işgücü arzı söz konusudur. Bu da, ücretlerin aşağıya doğru trendinde etkilidir. Eğer bir GOÜ firmasına yönelik damping soruşturması açılır ve bu soruşturmanın sonucunda firma haklı bulunursa, bu, bir anlamda maliyetleri düşük tutabilme sayesinde gerçekleştirilen düşük fiyatın onaylanmasıdır. Düşük fiyatın, düşük ücretlerden ya da pozitif içsel ve dışsal ekonomilerden kaynaklanıp kaynaklanmadığı ise ayrı bir tartışma konusudur. Ar-Ge, teknolojik yenilik gibi ölçek ekonomileri faktörlerinden doğan maliyet avantajı, günümüzün küresel bilgi toplumunda önde gelen rekabet göstergelerindendir.

Dampingin olası etkileri incelenmek istendiğinde konuya şu beş boyuttan yaklaşılabilir:

1.İhracatçı açısından: İhracatçı, damping uygulayarak dış piyasada fiyat rekabetinde üstünlük elde etmektedir. Öte yandan, karşı ülkede düşük fiyat yoluyla tekelci konuma gelebilmektedir. Eğer ihracatçının amacı yıkıcı rekabet ise, tekelci konuma ulaştıktan sonra fiyatları yükseltme fırsatı da vardır. Ancak, bu ikinci aşamada talep esnekliğinin düşük olması beklenir ki; fiyatları yükselttiğinde ihracatçı firma daha başarılı olabilsin. İhracatçının iç piyasada stokları eritmesi de bir başka sonuçtur. Ancak, stoklar azaldığında bir sonraki dönemde iç piyasada talebi karşılayamama olasılığı da vardır. Doğaldır ki; bu, o dönemde üretimin arttırılamaması durumunda ortaya çıkar.

2.İthalatçı açısından: İthalatçı düşük fiyattan ithal ettiği, dampingli ürünü kendi iç piyasasında fiyat avantajıyla satmakta; iş hacmini arttırırken, diğer maliyet unsurları için ceteris paribus olmak üzere, kârlılığını da daha iyiye götürmektedir.

3.Karşı ülkedeki üretici açısından: Üretici, dampingli ürün karşısında rekabet gücünde zayıf kalmaktadır. Bu zayıflığın yansıdığı alanlar olan piyasa payı, iş hacmi, kârlılık gibi konularda yaşadığı kayıplar sonucunda yerli üretici, damping soruşturması için şikayetçi olabilmektedir.

4.Karşı ülkedeki tüketici açısından: Rekabetin fonksiyonlarından biri olan, tüketicinin düşük fiyatla tüketimi, dampingli ürün için de söz konusu olmaktadır. Haksız rekabetten doğuyor olsa bile bu fonksiyon yerine gelmektedir. Fakat başka bir yaklaşımla; örneğin standartları aşan yoğunlukta kimyasal ilaç kalıntısı bulunan tarım ürünleri, tüketicinin sağlığını tehdit edebilmektedir. Düşük fiyatın pozitif dışsallığı ile sağlığa ya da doğaya zararlı ürünün negatif dışsallığı çelişmektedir.

5.Aynı piyasaya ihracat yapan aynı ülkenin başka ihracatçıları açısından: Burada her iki ihracatçının kartel kurması olasılığında, damping uygulamayan firma iç piyasada tekelci konum edinirken, damping uygulayan firma dış piyasada tekel gücü elde edebilir. Söz konusu dış piyasada her iki firma rekabet ediyorsa, damping uygulayan, karşı ülkedeki üreticiyi dışladığı gibi kendi ülkesinin ihracatçısını da dışlamaktadır.
Damping, fiyat rekabetinde yasal ve etik olmayan üstünlüktür. Burada yasa-dışı ve etik-dışı olma özellikleri iki açıdan değerlendirilebilir: İlk olarak, ülke içinde sosyal alana ve doğal çevreye yönelik yasal düzenlemelere uyulmaması ve toplumsal sorumluluktan uzak olunması söz konusudur. Bu yolla elde edilecek bir fiyat avantajı ne yasal ne de etiktir. Bu bağlamda, sosyal ve ekolojik damping sorunu dikkat çekicidir. İkinci olarak ise, WTO düzenlemelerine uygunsuzluk ve haksız rekabet gücü elde etme sorunları vardır.

Dampingin, fiyat rekabetinde yasa-dışı ve etik-dışı üstünlük olması, ihracatçının ülkesinde rekabetçi davranış kültürünün yerleşmediğine işarettir. İç piyasada rekabetin gelişmemiş olması, yasal-kurumsal altyapının eksikliğinden de kaynaklanabilir ve bu yapı dış piyasadaki ekonomik faaliyetlere yansır.

Bir firmanın dış piyasada elde ettiği fiyat avantajının, bir başka deyişle fiyat boyutunda rekabet gücünün, gerçekten damping olup olmadığının belirlenmesi önemlidir. Karşı ülkedeki üreticinin şikayeti üzerine açılacak soruşturma bu noktadaki açığı kapamaktadır. Yine de, geçici, yıkıcı ya da sürekli dampingin belirlenmesi güç olabilmektedir. Açık ya da gizli olmasına göre de dampingin belirlenmesi zordur.

Damping soruşturmasının pozitif sonuçlanması, ihracatçı için zor bir durumu ifade etmektedir ve ihracatçı, olası anti-damping vergisi ile dış piyasadaki fiyat avantajını yitirebilmektedir. Damping soruşturmasının sonunda anti-damping vergisi uygulanmasına karar verilirse, bu, şu şekilde etkiler yaratır: İhracatçı, uluslararası piyasalarda rekabet gücü kaybına uğradığı gibi, ticari saygınlığında da zedelenme olabilecektir. İhracatçı, örneğin modası geçmiş bir ürünün stokunu azaltmak amacıyla dampingi geçici olarak uyguluyorduysa, yeniden iç piyasaya döndüğünde yine modası geçmiş o ürünlerle rekabet şansı arayacaktır. Bu da ihracatçı açısından dış piyasadakine ek bir kaotik süreç anlamına gelmektedir.

Dampingli ürünü ithal eden ithalatçı ise, iç piyasada fiyatların yükselmesi durumunda yerli üreticilere karşı rekabet gücü kaybı ve satışların ve kârlılığın azalması sonuçlarıyla karşılaşacaktır.

Diğer yandan, anti-damping vergisinin uygulanmasıyla karşı ülkedeki üretici için bir fiyat rekabeti fırsatı ortaya çıkmaktadır. Ancak, bunu yeterli görmeyip, yerli üretici bütüncül bir rekabet stratejisiyle kaynaklarını kalite, hizmet ve yenilik boyutlarında organize edebilmelidir.
Son olarak, karşı ülkedeki tüketici de düşük fiyatla tüketim fırsatını yitirmiş olacaktır.

Son yıllarda, ekonomik kalkınma arayışlarında insan ve ekoloji konuları önem kazanmaktadır. Beyin göçü, teknolojik işsizlik, çocuk işçiler, yaşlanma, sosyal güvenliksizlik gibi sosyal sorunlara ek olarak, küresel ısınma, katı atıklar gibi ekolojik sorunlar, ülkelerin ekonomik faaliyetlerinin sürekliliğini ve dışsallığını tehdit etmektedir. Bu bağlamda, damping iddialarının ardında, sosyal ve ekolojik sorunlara yönelik önlemlerin alınmaması sorunu sıklıkla vurgulanmaktadır.

3. Sosyal ve Ekolojik Dampingin Boyutları

Yeni korumacılık önlemlerinin, bir başka deyişle tarife dışı araçların arasında yer alan anti-damping vergileri ve teknik engeller, birbirini tamamlayan bir içeriğe sahiptir: Sosyal ve ekolojik şartlar bakımından yeterli toplumsal standartları sağlayamamış ülkeler uluslararası piyasalarda daha düşük fiyatla rekabet avantajı elde edebilmektedirler. Bu durumda karşı ülke, gerekli yasal zemin oluştuğunda anti-damping vergisi uygulayabilmektedir. Hatta bunun öncesinde söz konusu ürünün ithalatı yapılırken, Uluslararası Çalışma Örgütü ILO, Uluslararası Standartlar Örgütü ISO gibi kuruluşların standartlarına uygunluğu, teknik şart olarak aranabilmektedir. Benzer şekilde, ihracatçı ülkede fikir ve sanat eserleri ile endüstriyel tasarımların yasal-kurumsal düzenlemelerle korunmaması dolayısıyla taklitçilik yaygınlaşabilmektedir. Taklitçilik de yine damping iddialarıyla karşı karşıya kalınmasına sebep olabilmektedir. Öyle ki; taklit edilen ürünler ya da eserler uluslararası piyasalarda daha ucuza satılabilmektedir. Diğer yandan, insan sağlığı, ekoloji güvenliği, kalite gibi konulardaki standartlara uyulduğunu gösteren ambalaj, logo gibi simgelerin taklitçiliği bile söz konusu olabilir. Bütün bunlar ve benzerleri, uluslararası ticarette özellikle GOÜ'lere yönelik damping iddialarını ve bu amaçla korumacılık akımını gittikçe sık tartışma konusu yapmaktadır.

Ticarette teknik engellerin tarife dışı araçlar arasındaki fonksiyonu daha çok tüketici sağlığı ve ekoloji güvenliği ile ilgilidir. Ancak, bu haklı gerekçe öne sürülerek damping iddialarında bulunulabilmektedir. Ne var ki; dampingli ürün karşısında yerli üreticinin rekabet gücünün zayıflığı, sağlık ve güvenlik amaçlarının gerisinde bir öneme sahiptir. Böylelikle, sanayi toplumunun "maddi değer eksenli" yapısının bilgi toplumunda "insani değer eksenli" bir yapıya dönüşmesi, dış ticaret alanına da yansımaktadır.

Avrupa Birliği (AB)'nin bazı düzenlemeleri bu bağlamda değerlendirilebilir: AB, doğal çevrenin korunmasına yönelik yatırımlar yapılmadan üretim yapmanın, maliyetler üzerinde azaltıcı bir etki yapıyor olmasını damping olarak kabul etmektedir. Örneğin; AB, bacasında filtre kullanmayan bir fabrikanın bir maliyet unsurundan kurtularak üretimi daha ucuza gerçekleştirdiğini öne sürebilmekte, bu bağlamda üçüncü ülkelerden yapılan ithalatı denetlemekte ve söz konusu üreticilerin haksız rekabete uğramalarını önlemeye çalışmaktadır (Seymen, 2000: 47).

Son yıllarda dış ticaret ve çevre ilişkisi, bir yandan, damping karşısında zorlanan yerli üreticiler, diğer yandan da çevreci örgütler tarafından gündeme sıkça taşınmaktadır. Dış ticaret teorik olarak, ülkeleri zenginleştiren, toplumsal refahlarını arttıran bir özelliktedir. Dış ticaret hacminin artması, gelir, üretim, tüketim gibi boyutlardan refahı arttırmaktadır. Ancak, dış ticaret, çevre boyutuyla refahı iki şekilde olumsuz yönde etkilemektedir. Birincisi, damping iddialarıyla da bağlantılı olarak, ihracatçının ülkesinde çevreyle ilgili teknik düzenlemelere ve standartlara uyulmaması, ikincisi de, ithalatçının ülkesinde ucuz ithal ürünün yoğun tüketiminin doğaya olumsuz yansımasıdır.

Yukarıda değinildiği üzere; ticarette teknik engeller ile anti-damping vergisi uygulaması, birbirini tamamlayıcı nitelikte iki tarife dışı engeldir. Bu tamamlayıcılığın en belirgin olduğu alanlar da "insan" ve "ekoloji"dir. İnsan sağlığının ve ekolojik güvenliğin korunması bağlamında uluslararası teknik düzenlemelere ve standartlara uyum sağlanmaması, bir ihracatçının damping uygulamasına olanak yaratabilmektedir. Çünkü, üretici-ihracatçı bir firma bu tür düzenleme ve standartlara uyum sağlamak üzere yapılacak yatırımlardan kaçınarak maliyetlerini düşük tutabilmekte; iç piyasadan düşük bir fiyatla ihracat yaptığında da damping uygulamış olmaktadır. İnsan sağlığı ve ekoloji konusundaki duyarlılıklarının zayıf olması, ekolojik dampingle ilgili iddiaları GOÜ'ler üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Bu bağlamda, dünya ticaretinin serbestleşmesini savunan GÜ'ler, çelişki gibi görünmekle birlikte, yeni korumacılık için haklı gerekçeler öne sürmektedirler. Çünkü, bu haklı gerekçelerin dikkate alınmaması, GOÜ'ler lehine haksız rekabet gücü anlamına gelmektedir.

İnsan sağlığının ve ekolojinin korunmasıyla ilgili teknik düzenlemeler içinde Montreal Protokolü ve Basel Sözleşmesi; standartlar arasında da CE ve ISO 14000, firmaların çoğunlukla karşılaştıkları engellerle ilgilidir. Montreal Protokolü, Ozon Tabakasını İncelten Maddeler için getirilen bir uluslararası teknik düzenleme olup, ev tipi ve ticari soğutucular, buz ve dondurma makineleri, klimalar, deodorantlar, yangın söndürme aletleri, boru izolasyon maddeleri ve tekstil ve metal temizleme maddelerinin üretimini düzenlemeyi amaçlamaktadır (Seymen, 2000: 325). Ekolojiyi gözeten üretim teknolojisi yatırımlarının yapılmaması, söz konusu ürünlerin ihracatında damping iddialarını gündeme getirebilmektedir.

Basel Sözleşmesi ise, tehlikeli atık yönetimini düzenlemektedir. Atıkların toplanması, taşınması, yok edilmesi ve yok edilme alanlarının bakımı ile ilgili olarak gerekli yatırımların yapılmasını öngören bu sözleşme, özellikle atık plastik ve kağıt kullanan sanayileri belli yükümlülüklere bağlamaktadır. Sözleşme, insana ve ekolojiye zararlı bazı kimyasallara yönelik teknik düzenleme niteliği de taşımakta ve özellikle tekstil sektöründe tarife dışı engellere referans olabilmektedir.

Küreselleşme sürecinin, ulusal düzenlemeleri belli ölçüde sınırlayan, fakat diğer yandan bu düzenlemelerin niteliğini geliştiren karakteri, ekolojiyle ilgili uluslararası standartları da şekillendirmiştir. Örneğin; AB, artık ulusal standartlar yerine armonize standartlar (European Norms) oluşturmaya çalışmaktadır (Seymen, 2000: 333). Bu amaçla, güvenlik, sağlık, çevre ve tüketicinin korunması amacıyla CE (Avrupa Normlarına Uygunluk) işareti geliştirilerek ürünlerin standartları netleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu noktada, AB ülkelerine yapılacak ihracatta, ürünlerin CE işareti taşıması önem kazanmaktadır. CE standardını yakalayabilmek de, belli yatırımların yapılmasıyla mümkündür. Bu çerçevede, üretimde ekolojiye duyarlı teknolojilerin kullanılması, insan sağlığını tehdit edebilen ucuz kimyasalların kullanılmaması, ürün aksamının kullanım sırasında güvenliği tehlikeye sokmaması gibi konulardaki önlemler, ihracatçı firmaların damping iddialarıyla karşılaşmasını önleyecektir.

Ekoloji ile ilgili bu türden düzenlemelerin bir benzeri, sosyal alanla ilgili olarak geliştirilmekte ve dış ticareti hem teknik düzenlemeler hem de damping boyutuyla etkilemektedir.

GOÜ'lere yönelik damping iddialarının gerisinde yatan önemli nedenlerden biri de, düşük işgücü maliyetleridir. Söz konusu ülkenin genel yapısı gereği işgücü arzının fazla olmasından kaynaklanan düşük ücretler, bu ülkenin fiyat rekabetine girişebilmesinde bir avantaj oluşturur. Ne var ki; düşük ücrete sebep olan, çocuk ya da kadın işçi çalıştırma, sendikasız ve sosyal güvenliksiz işçi çalıştırma gibi nedenlerden doğan bir fiyat avantajı, dış ticarette damping olarak yorumlanabilmektedir. Ekolojik damping benzeri bir anlam taşıyan bu durum sosyal damping adı altında incelenmektedir. Dampingin, fiyat rekabetinde yasal ve etik olmayan üstünlük olarak değerlendirilmesi paralelinde, etik dışı boyutun ekoloji dışındaki ayağını da bu sosyal sorumsuzluk oluşturmaktadır.

Nasıl ki; ISO 9000, ISO 14000, CE gibi kriterlere uyum sağlanması dış ticarette avantaj sağlıyorsa, sosyal alanla ilgili SA 8000 Sosyal Sorumluluk Standardı da benzer bir işlev görmektedir. ILO'nun, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi'nden yola çıkarak düzenlediği bu standart şu konulara yöneliktir: Çocuk işçiler, çalışanların sağlığı ve güvenliği (güvenlik eğitimi, personel hijyeni vb.), çalışma saatleri, disiplinle ilgili uygulamalar, ayırımcılık, toplu pazarlık hakkı, ücretler ve özlük hakları vb. Bunlar içinde özellikle çocuk işçiler, damping iddiaları ya da teknik engeller aracılığıyla ticaretin sınırlanmasına neden olabilmektedir. ILO şartlarına göre çocuk işçi sayılabilecek yaş aralığı 15 yaşından küçük çocukları kapsamaktadır. Bu, AB içinde İşçilerin Sosyal Hakları Topluluk Şartı'nda da asgari çalışma yaşının 15 yaştan aşağı olmaması şeklinde belirlenmiştir.

Sosyal güvenliksiz işçi çalıştırma da, dış piyasalarda fiyat avantajıyla mal satma olanağı yaratmaktadır. Kayıt dışı ekonominin bir yönünü oluşturan sosyal sigortasızlık, ekonomik yönünden çok, sosyal yönüyle büyük bir sorundur. Devlet bütçesine getirdiği yük ve bunun enflasyonist etkileri göz ardı edilecek boyutlarda değildir. Fakat, konunun dış ticaret engelleriyle ilgili yanı, GÜ'lerin, sosyal standartlardan yoksunluk sayesinde elde edilmiş bir dampinge karşı çıkmaları noktasında önem kazanmaktadır. Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da, GÜ'lerin ihracatçı ülkedeki sosyal yaşamın kalitesine gösterdikleri duyarlılığın mı, yoksa fiyat yarışında geride kalma olasılığının mı gerçek olduğudur.

Özellikle GOÜ'lerin uyguladıkları, yasal olmayan yapay fiyat indirimlerinin etikten uzaklığı, sosyal ve ekolojik sorumluluk bilincinin gelişmemiş olduğuna da bir işarettir. Gelişmekte olan bir ülke olarak Türkiye de bu iki bağlamda dış ticaretinde sıkıntılar yaşamaya adaydır.

4. Türkiye'nin Dış Ticaretinde Sosyal ve Ekolojik Damping: Sorunlar ve Öneriler

Türkiye, bir yandan küreselleşme sürecini ve artı değerlerini kavramaya çalışan; diğer yandan da, iç dinamiklerini sayıca ve nitelik olarak iyileştirmek için çaba gösteren, gelişmekte olan bir ülkedir. Bu süreçte yaşanılan ekonomik, politik ve toplumsal krizler; küresel olgular ile iç dinamiklerin entegrasyonunu ve diyalektiğini güçleştirmektedir. Bu durum dış ticarette de, GÜ'lere özgü beklenti ve kriterlere yakınlık ile GOÜ'lere özgü ekonomik davranış biçimlerinin bir arada olması gibi bir ikilem bağlamında söz konusudur. Bu çalışmanın konusu çerçevesinde Türkiye'nin, dış ticaretin refah artırıcı etkilerinin peşinden koşarken, ihracatta ve ithalatta dampingi ve bununla bağlantılı sosyal ve ekolojik olumsuzlukları hisseden bir ülke olduğunu vurgulamak gerekir.

Türkiye'nin ithalatı açısından damping incelendiğinde; özellikle GOÜ'lerle ilgili kaygı ve yakınmalar öncelik kazanmaktadır. GOÜ'lerde işgücü arzının fazla olması ve sanayi toplumu yapılanması, bu ülkelerin emek-yoğun sektörlerde fiyat rekabeti üstünlüğüne işarettir. Ancak, bu rekabet avantajının sosyal dampingden kaynaklanıyor olduğuna ilişkin şüphe ve iddialar dikkate alınmalıdır. Türkiye'nin ithalatında hâlen sürmekte olan damping soruşturmaları incelendiğinde; sektör ve ülke kompozisyonunun şöyle olduğu görülür: Sektörlerde, polyester elyaf, kauçuk iplik, kapı kilidi, cep çakmağı, kurşun ve tükenmez kalem sektörleri; ülkelerde ise, Hindistan, Tayvan, Tayland, Çin, Malezya, Belarus ve Ukrayna göze çarpmaktadır. Bu ülkeler, söz konusu sektörlerde düşük işgücü maliyetleri sebebiyle uluslararası piyasalarda Türkiye'nin ciddi rakipleridir. Bu açıdan, yerli üreticilerin piyasa sonuçlarını (piyasa payı, kârlılık düzeyi, satış hacmi vb.) doğrudan etkileyebilecek yapay fiyat indirimi, yani damping olasılıkları Türkiye için tehdit unsurudur. Tehdit, sadece yerli üreticilere değil, aynı zamanda ihracatçı firmalara yöneliktir. Ne var ki; dampingin ihracatçı firmalara asıl yansıması, ihracat yaparken karşılaştıkları damping iddiaları ile ilişkilidir.

Gerek sosyal ya da ekolojik yatırımların yapılmamasından, gerekse de bilinçli ve yapay fiyat indiriminden kaynaklanan dampingin, Türkiye'nin ihracatçılarını olumsuz etkileme potansiyeli yüksektir. "Küresel düzeyde fiyat, kalite, hizmet ve yenilik rekabetlerinin iç içe geçmiş olması" ve "sosyal ve ekolojik sorumluluktan yoksunluğun, GÜ'lerin yüksek yaşam standardıyla çelişmesi" bunu gerektirmektedir. Örneğin; CE standardı için gerekli yatırımların yapılmaması, maliyetleri düşürme yoluyla fiyat rekabetinde üstünlüğü gösterirken, kalite rekabetinde geri kalmışlığa da işaret etmektedir. Yine, hem ihracatta hem de ithalatta Türkiye'nin en büyük ticaret ortağı olan AB'nin tüketici sağlığı kriterleri, üzerinde kimyasal kalıntı yoğunluğu fazla olan tarım ürünlerinin ihracatını sınırlayabilmektedir. Bu çelişkiler yumağı, Türkiye'nin dış ticaretini sınırlama olasılığını arttırmaktadır.

Türkiye'nin deri sanayii, ekolojiyle ilgili düzenlemeler konusunda tarife dışı engel tehdidi ile en sık karşılaşan sektörlerinden biridir. AB üyesi ülkeler, ekolojiyi korumaya yönelik yatırımların yapılmadığı, dolayısıyla bu tür yatırımları yapan kendi sanayicileri ile haksız rekabet ortamı yaratıldığı gerekçesiyle Tuzla Deri Sanayii hakkında bir anti-damping soruşturması açma veya miktar kısıtlamasına gitme kararı almıştır (Seymen, 2000: 329). Benzer şekilde, deri işçilerinin sosyal sigortasızlık oranının yüksek olması nedeniyle sosyal damping iddiaları da gündeme gelmiştir. Bunlar üzerine dericilik sektörü, üretimde PCB, azoboyar maddeler ve pentaklorofenol kullanımlarını ihracata engel oluşturmayacak düzeylere çekmiştir.

Ekoloji ve insan sağlığını gözeten düzenlemelerden ve önlemlerden yoğun şekilde etkilenen sektörlerden bir diğeri de tekstil sektörüdür. Avrupalı ithalatçıların söz konusu düzenlemeleri içeren raporlar talep etmeleri üzerine, İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birlikleri ve İstanbul Teknik Üniversitesi Tekstil Mühendisliği tarafından yeni teknolojilere dayalı olarak kurulan laboratuar öncülüğünde, ilgili kimyasalların analizleri dış ticaret engellemelerine karşı sıkılaştırılmıştır (TÜSİAD, 1998: 101).

Dış ticaret hacminin yarıya yakınını AB ile gerçekleştiren Türkiye, 1 Ocak 1996'da yürürlüğe giren Ortaklık Konseyi Kararı'nın 5. ve 6. maddeleri bağlamında, taraflar arasında ticarette uygulanan miktar kısıtlamaları ve eş etkili önlemleri yürürlükten kaldırmıştır. Ancak, Karar'ın 7. maddesi ile getirilen düzenlemeler, insan, hayvan ve bitki sağlığının korunması gerekçeleriyle ithalata, ihracata ve transit ticarete sınırlamalar getirebilmektedir.

Ticarette teknik engeller ile anti-damping önlemlerinin tamamlayıcılığı, Türkiye'nin dış ticaretini her iki yanıyla da olumsuz etkileyebilmektedir. Gelişmekte olan bir ülke olarak Türkiye'nin de dış ticareti GÜ'lerce engellenebilmektedir. Bu da haklı gerekçelerle yapılmaktadır. Doğal olarak her ülke kendi insanlarının sağlık, güvenlik standartlarının yüksek olmasını istemekte, bunun için de gerek iç gerekse dış ekonomik ve sosyal işleyişi buna göre düzenlemektedir. Türkiye'nin dış ticaretinin yoğunluğunun AB ile olduğu ve AB ile gümrük birliği temelli bir ticari yakınlığın olduğu düşünüldüğünde de, AB standartlarının Türkiye'nin ihracatçıları için referans olduğu unutulmamalıdır.

Sadece AB temelinde değil, GOÜ'ler bağlamında da öncelikle dampinge karşı yerli üreticiler açısından bir değerlendirme yapmak gereklidir. Damping iddiasında bulunarak ilgili devlet biriminin soruşturma yapmasını isteme hakkı, GATT'ın 5. maddesi çerçevesinde her firma için söz konusudur. Ancak, ithal edilen, fiyat avantajına sahip bir ürüne karşı başka rekabet üstünlükleri elde etmek daha etkili bir rekabet stratejisidir. Kalite, hizmet ve yenilik boyutlarıyla rekabet gücünü arttırmanın yolları aranmalıdır. Hizmet hızını arttırmak yerli üreticiye önemli avantajlar kazandırabilmektedir. Bir yerli firmanın ürünü, müşteriye, ithal ürüne göre daha çabuk ulaştırılabilir. Hız konusunda bu ayrıcalığın yanı sıra satış sonrası servis desteği de, hız ve kalite bakımından güven uyandıran bir düzeyde olmalıdır. Bütün bunlar da, sıfır hatayı ve sürekli kontrolü hedefleyen toplam kalite yönetimi anlayışı ile sağlanabilir. Türkiye'nin damping iddialarının yöneltildiği ülkelere bakıldığında bunların gelişmekte olan birer ülke olduğu görülmektedir. Bu noktada, bu ülkelerin sağlayamamış olduğu SA 8000, ISO 9000, ISO 14000 gibi standartlara uyum, bir rekabet avantajı getirir. Söz konusu standartların yerli üreticiye katacağı en büyük üstünlük ise, iç tüketici ya da üreticilere yönelik ticari ve toplumsal saygınlıktır. Dampingin etikten yoksunluk boyutu ve küresel kapitalizmin yükselen değeri olan sosyal sorumluluk ve etik düşünüldüğünde, saygınlığın ne kadar ciddi bir rekabet üstünlüğü kazandırdığı gözden kaçmayacaktır.

Yerli üreticilerin dampingli ürünlere karşı geliştireceği rekabet stratejisi, Türkiye'nin ihracatçı firmaları açısından da bazı yönleriyle örtüşmektedir. İhracatçılar öncelikle, yasal ve etik olmayan bir fiyat indirimine gitmemek yönünde bir vizyona sahip olmalıdırlar. Yerli üreticiler için geçerli olan ticari saygınlık, bu kez ihracatçılar için uluslararası boyuta taşınmakta ve uluslararası ticari saygınlık sahibi bir firmayla çalışmak, önemli bir kriter olmaktadır. İhracatçının fiyat rekabeti edebilmesinin temel yolu damping değil, maliyetlerde sağlanan düşüklük olmalıdır. Türkiye'nin işgücü piyasalarında göreli bir üstünlüğü, ücretlerin düşüklüğüdür. Bunun iki ana nedeni vardır: İşgücü arzının fazla olması ve mesleki eğitimin yetersizliği ve kalitesizliği. İşgücü maliyetinin düşüklüğünü sağlamanın yanında, ölçek ekonomilerini de geliştirmek gereklidir. Ar&Ge harcamalarını arttırmak ve altyapısını geliştirmek, teknolojik buluş ve yeniliklere açık ve bu konuda üretken olmak, toplam kalite yönetimi felsefesini taşımak, taklitçilik yerine yenilikçilik-yaratıcılık ekseninde hareket eden beyin gücü oluşturmak gibi adımlar, ölçek ekonomilerini pozitif kılacaktır. Böylelikle, işgücünün verimliliği de arttırılarak maliyet düşüklüğü ve fiyat üstünlüğü sağlanabilecektir.

Özellikle sosyal ve ekolojik damping iddialarına karşı, uluslararası teknik düzenleme ve standartlara uyum sağlanması da, firmaların önemle üzerine eğilmesi gereken bir konudur. SA 8000 kapsamında; çocuk yaşta ve sosyal güvenliksiz işçi çalıştırılmaması, iş ortamında güvenliğin sağlanması, çalışma saatlerinin, verimsizliğe neden olmayacak şekilde düzenlenmesi ve hatta verimlilik için esnekleştirilmesi gibi önlemler, sosyal damping iddialarına karşı savunma mekanizması olabilecek türdendir. Bundan öteye, sosyal sorumluluğu yüksek bir firma olarak kazanılacak ticari saygınlık önemsenmelidir.

Benzer şekilde ekolojik damping iddialarına karşı, firmaların, ekolojik güvenliği ve insan sağlığını dikkate alan yatırımlardan kaçınmayı bir tasarruf yolu olarak görmemeleri gereklidir. Atık arıtma tesislerinin kurulması, ucuz kimyasal katkı maddelerinin üretimde kullanılmaması, üretim sürecinde hijyen önlemlerinin alınması, ISO 14000 ve CE standartları için gerekli yatırımların yapılması, ekolojik damping iddialarını karşılayabilmek ve bundan da önemlisi, sosyal sorumluluğu kurumsal kültüre yerleştirebilmek açılarından, firmaların dış piyasalarda ticari saygınlığını ve rekabet gücünü arttıracaktır.

Dampingle bağlantılı olarak sadece firmalara düşen görevlerden bahsetmek bir eksiklik içermektedir. Devletin ve bireylerin de bu noktada görev ve sorumlulukları vardır. Devletin buradaki işlevi daha çok yasal-kurumsal düzenlemeleriyle firmaları yönlendirmesi ve denetlemesi noktasında yoğunlaşmaktadır. Bunu yaparken de uluslararası ticaretin trendlerini iyi gözlemlemesi ve analiz etmesi, buna ek olarak, uluslararası sözleşme ve standartların ülkeye uyarlanmasını sağlaması gerekmektedir. Bireylerin de, özellikle GOÜ'lerin dampingli ürünlerine karşı duyarlı olması, fiyat düşüklüğünün çekiciliğine kapılmaksızın, ithal ürünleri kalite, insan sağlığı, ekoloji güvenliği gibi açılardan değerlendirmeleri gerekmektedir. Bireyler bunu özellikle tüketim malları için dikkate almalıdırlar. Ara mal ve yatırım malları ithalinde talebin sosyal ve ekolojik standartlar esnekliği düşük olabilmektedir. Çünkü, Türkiye'nin ekonomik büyümesi için ara mal ve yatırım malları ithalatı zorunlu niteliktedir.

Bütün bunlar çerçevesinde, Türkiye'nin küresel rekabet gücüne sahip olmak için gerekli potansiyeli taşıdığını unutmamak gerekir. Ancak, haksız rekabete yol açacak damping gibi bir aracın kullanılması firmaların ve ülkenin kısa dönemde kârlı, ama uzun dönemde ticari ve sosyal etikten uzak olduğunu gösterir. Gerekli önlemlerin ise, toplumsal bütün bağlamında ele alınması bir zorunluluktur.

Sonuç

Küreselleşme süreci kimilerine göre emperyal bakış açısının yarattığı bir düzene dayanmaktadır. Dengesizlik, eşitsizlik ve yoksulluk anlamına geldiği öne sürülen küreselleşme, gerçekte pozitif ve negatif dışsallıkları bir arada bulundurmaktadır. Konuya dış ticaret açısından bakıldığında, küresel-serbest ticaret ortamının ülkelerin refahını arttırdığı sonucuna varılacaktır. Ancak, bu pozitif dışsallığın yanı sıra, özellikle GOÜ'ler rekabet avantajı elde edebilmek için damping gibi birtakım haksız uygulamalara başvurabilmektedirler. Buna karşılık olarak GÜ'ler de, ticareti kısıtlayan önlemlerle rekabet güçlerini koruma çabasındadırlar. Sosyal ve ekolojik yatırımların yapılmadığı gerekçesiyle, dampinge karşı anti-damping önlemleri almaktadırlar. Böyle bir karşılıklı rekabetçi davranışın, refah artışını yavaşlatan sonuçlara dönüşmesi de küreselleşmenin negatif dışsallığını ortaya koymaktadır.

Türkiye de, hem ihracatında hem de ithalatında damping konusuyla/sorunuyla sıkça karşılaşan ülkelerden biridir. Özellikle ihracatçı firmalara yöneltilen damping iddiaları uluslararası piyasalarda saygınlığı ve rekabet gücünü kıran bir etkendir. Bu nedenle ihracatçı firmaların özellikle sosyal ve ekolojik damping iddialarına karşı;

• yasal ve etik olmayan yapay fiyat indirimine gitmeme vizyonu taşıma,
• damping yerine, maliyet düşüklüğü yoluyla fiyat rekabetine girişme,
• pozitif içsel ve dışsal ekonomileri arttırma,
• çocuk yaşta ve sosyal güvenliksiz işçi çalıştırmama,
• işyeri güvenliğini sağlama,
• çalışma saatlerini, işgücü verimliliğini sağlayacak şekilde düzenleme,
• atık arıtma tesisleri kurma,
• üretimde bazı kimyasal katkı maddelerini yalnız ucuz oldukları için kullanmama,
• üretim sürecinde hijyen koşullarını sağlama,
• SA 8000, ISO 14000 ve CE gibi uluslararası sosyal ve ekolojik standartlara uyma, gibi önlemleri, süreklilik çerçevesinde ele almaları gerekmektedir.

Gelecekte dünya ticaretinde, insan sağlığını, ekoloji güvenliğini, kalite ve yeniliği temel alan üretim ve pazarlama stratejileri daha belirgin şekilde öne çıkacaktır. Ülkelerin iç piyasada üreticileri ve tüketicileri koruma amaçlarının dünya ticaretini geriletip geriletmeyeceği, bu sayede içe dönük ekonomik yapılanmaların ortaya çıkıp çıkmayacağı bilinemez. Ancak, ulusal refahın arttırılmasının yolu, "serbestleşme ve rekabet ekseni" ile "korumacılık ekseni"nin çakıştığı düzlemden geçecektir. Bu, kehanet değil, mevcut trendin bir izdüşümüdür.

Kaynakça

Kitaplar

ACAR, Sadık, (2000), Uluslararası Reel Ticaret: Teori, Politika, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, İzmir
DİRİKKAN, Hanife, (1996), Karşılaştırmalı Hukuk Açısından Damping ve Anti-Damping Önlemler, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İzmir
KAZGAN, Gülten, (1999), Tanzimat'tan XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul
KAZGAN, Gülten, (2000), İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, Remzi Kitabevi, İstanbul
KAZGAN, Gülten, (2000), Küreselleşme ve Ulus-Devlet, Yeni Ekonomik Düzen, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul
KUBİLAY, Huriye, (1994), İthalatta Yapay Fiyat İndirimi ve Karşı Önlemler, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İzmir
SEYİDOÄžLU, Halil, (1998), Uluslararası İktisat, Güzem Yayınları, İstanbul
SEYMEN, Dilek, (2000), Dış Ticarette Yeni Korumacı Eğilimler ve Türk Dış Ticareti Açısından Değerlendirilmesi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İzmir

Raporlar

TÜSİAD, (Ağustos 1998), Dış Ticarette Çevre Koruma Kaynaklı Tarife Dışı Teknik Engeller ve Türk Sanayii İçin Eylem Planı, Yayın No: 98-233, İstanbul

Makaleler

SERDAR, Aysu, (14 Mayıs 2003), "Ülkemiz Açısından Gümrük Birliği Sürecinde Ücret Seviyesinin Önemi ve Sosyal Damping", Uludağ Üniversitesi İİBF Dergisi, http://iktisat.uludag.edu.tr/dergi
ODAMAN, Serkan, (2 Temmuz 2003), "SA 8000 Sosyal Sorumluluk Standardı ve İşlevi", http://www.sendika.org/arastirma/odaman_todaie.html

 

62992 kez görüldü, 5 kez indirildi.

<< --
 
EBSCO
PROQUEST
CABELLS DIRECTORY
INDEX COPERNICUS
SOCIOLOGICAL ABSTRACTS
ASOS Akademia Sosyal Bilimler Index
Üye Girişi
DUYURULAR/HABERLER
Dergide yayınlanan yazılardaki görüşler ve bu konudaki sorumluluk yazarlarına aittir.
Ampirik veriler, değerlendirme sürecinde hakem veya hakemler tarafından talep edilirse, yazar veya yazarlar ilgili verileri paylaşırlar.
Bu verilerin bir başka çalışmada kullanılmaması esastır.
© 2000 - 2024 İş,Güç Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi