Yıl: 2003/ Cilt: 5 Sayı: 1 Sıra: 3 / No: 42 /     DOI:

Türkiye'de Girişimci Olmak: "Cevdet Bey Ve Oğulları" Romanında Cevdet Bey İle Nusret Çekişmesi Üzerine İlk Notlar
Araş.Gör. Şenol BAŞTÜRK
Uludağ Üniversitesi - İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü

GİRİŞ:

Türk modernleşmesinin farklı ve özgün yapısı, Türkiye'nin sosyal bilimcileri için çoğu kez heyecan verici malzemeler sunar. Sosyal bilimciler de bu fenomenin anlaşılmasında tarihe özel bir referans kaynağı olarak yaklaşırlar. Çoğu kez tarih, sosyal bilimlerin elinde dışsal gözlemlerin yoğunlaştığı ve genellemeler kuran analizlere sokulur. Ancak kimi zaman dışsal gözlemlerden çok, değişimlerin ve çalkantıların içsel yansımaları daha anlamlı olabilir. Aynı zamanda genellikle geçmiş ile ilgili argümanların toplanmasında yaşanan zorluklar ve imkansızlıklar, farklı kaynakların kullanılmasını zorunlu da kılabilir. İşte bu aşamada edebiyat ürünleri, kullanışlı olmasının yanında, farklı ve anlaşılması kimi zaman imkansız bir takım faktörlerin fomülasyonuna olanak tanıması bakımından önemli bir analiz imkanı sunarlar. Özellikle sosyal bilimlerde son dönemlerde kültürün özel bir önem kazanması ve yorumsamacı anlayışın kabul görmesi ile birlikte, kültür ve kültüre ilişkin alanlar gibi edebiyat da sosyal bilimciler için azımsanmayacak ölçüde etkin bir tahlil yöntemi haline gelmiştir.

Diğer taraftan modern / endüstriyel toplumların en temel ayırıcı noktalarından birini etkin kılması bakımından belirleyici sayılan "girişimci" zihniyetin , Türk toplumundaki eksikliği ittifakla dile getirilen bir görüştür. Ancak girişimciliğin bir dönüştürücü unsur olarak algılanmaması ve buna paralel olarak Türk toplumunda girişimcilerin kamusal alan içinde kalmaktan çok, yönetsel erkin bir tekrarcısı olmayı yeğlemesi dikkat çekici olmuştur.

Yazıda, Türk düşünce dünyasında oluşan bu hassasiyetin ikircilikli bir tavır yarattığı fikri öne sürülecek ve kimi zaman bununla bağlantılı olan, ancak çoğunlukla kültürel ortamın dinamiklerinin bir sonucu olarak, Türkiye'nin girişimcilerinin bu ikircilikli tavrın güçlenmesine yardımcı olduğu öne sürülecektir. İşte Orhan Pamuk'un romanının ilk bölümünü oluşturan ve temelde Cevdet Bey ve Ağabey Nusret arasında vücut bulan gerilim bu türden bir farklılığı yansıtmaktadır. Öncelikle Avrupa deneyiminde modern / endüstriyel toplumun belirleyici aktörü olan bu sınıfın, Türk toplumunda neden pasif bir rolü benimsenmiş olduğunun; bunun yanında modernleştirici unsurların önemini çok sık vurgulamalarına karşın, daima düşüncelerinde bir mesafe koydukları girişimci sınıfın analizi Pamuk'un kahramanları üzerinden yapılmaya çalışılacaktır. Yazının ilk bölümünde edebiyatın ve bir edebi tür olarak romanın bu türden bir zihniyet araştırması için oluşturduğu uygun zemin üzerine yoğunlaşırken, ikinci bölümde girişimci zihniyetin genel özellikleri ve oluşumuna değinilmeye çalışılacaktır. Burada Weber'in anahtar kavramı olan "Batı'nın eşsizliği" ve Mannheim'ın kültür ve zihniyetin oluşumunda bütünselliğe önem veren düşüncesinin çerçevesinde girişimci zihniyetin bir "ideal tipi" ve Türkiye'de bunun yansımalarından bahsedilme amacı güdülecektir. Son bölüm ise, bu analizler ışığında Türk girişimcisi ile Türk Aydının ( yani eylemsel uygulayıcılar ile düşünsel taşıyıcılar) arasındaki gerilimin nedenleri irdelenmesi temel hedef olacaktır.

Orhan Pamuk'un bu romanın ilk bölümü 1905 yılında geçmektedir. Orhan Pamuk ise bu romanı, 74 yıl sonra yazmıştır, Pamuk'un iki karakterinin çatışması, yazımından 23 yıl sonra halen ilgi çekici gözükmektedir. Yani Türk toplumunda girişimcilik belki şimdi bambaşka görünümler taşısa da bu gerilimi halen hissettiği inancı bu yazının temel çıkış noktasını oluşturmaktadır.

A. Bir Tahlil Aracı Olarak "Roman"nın Kullanılması:

Sosyal bilimlerde, son yıllarda tartışılan en önemli konulardan birisi de "sosyal bilimlerin" yöntemsel araçlarının ve temsil mekanizmalarının krizidir. Özellikle postmodern paradigmanın yönelttiği eleştirilerle birlikte, toplumsal üzerine söyledikleri ile modern bilim, kategorik ve genel itibariyle biçimlendirilebilir, total bir insan ve toplum betimlemesi üzerine kurulu olduğu suçlamaları ile karşı karşıya kalmaktadır (Murphy,s:108 - 109; Seidman; s:410 - 411).

Bir makro söylem olarak sosyal bilimler, modern anlamıyla, bireylerin bütünleşmesinden doğan bir toplumsal üzerinden, bu varsayımsal bütünlüğün genel yasalarını ortaya koymaya çalışır. Bu faaliyet için daha çok varsayılan bütünlüğün dışarısından belirli önermeler türetilmesi amaçlanır (Poloma, s:13 ; Dilekçigil, s:7, Giddens,1993, s:18-19).

Ancak bu makro bakışın hedeflediği toplumsal görünüme ulaşılması ve toplumsal yapının yaşadığı değişimlerin niteliklerinin anlaşılması, sosyal bilimlerin özgül yöntemleri ile her zaman hedeflendiği gibi olamamaktadır. Bu metodolojik dezavantajlar, özellikle son yıllarda sosyal bilimcilerin daha fazla önemsediği bazı yöntemler ile aşılmaya çalışılmaktadır. (1)

Tüm bu gelişmeler ile birlikte, sosyal bilimlerin nesnel olma niteliğine karşılık sezgisel olma niteliğini kullanan bazı alanlar ile, özellikle edebiyatla, birlikte yapılan analizlere sıklıkla rastlanmaktadır. "Sosyolojinin nesnel ve belirlenmiş gerçeğin olanaklarını araştırırken edebiyatın toplumsal ve sezgi boyutları, sosyal bilimcilerin yöntemini zenginleştirir ve bu zenginleşme, hiç bir zaman göz ardı edilmemelidir (Ergun, s:147)". Ayrıca, sosyal bilimlerin, modernizmin düşünsel boyutuna paralel olarak geliştirdiği, bir toplumsal olayın analizinde varsayılan tarihsel bağlamın oluşturulması açısından da edebiyatın önemli katkıları olabilir. Özellikle, toplumun niteliklerinin anlaşılmasında zihniyet dönüşümlerine ağırlık veren sosyolojik analizler için edebiyat, çok kullanışlı bir araç olarak görülebilir. "İçimizde hala sürüp giden izleri ile beraber gerilerde bırakılan bir çağı bizzat ve dosdoğru yaşanması mümkün olmadığına göre, çağın sanat ürünlerinden gidilerek bu dönüşümün analizi daha sağlıklı yapılabilir. Bu açıdan, bir bakıma sosyo - kültürel kişiliklerin dışa vurması olan edebiyat, sosyal varlığı olduğu gibi aksettiren ifade ve semboller toplamı olarak araştırmacının karşısına çıkmaktadır (Ülgener, s:16 - 17)". Dolayısıyla, zihniyet, kültürlerin bir parçası olduğuna göre, bir devrin zihniyetini edebiyat ürünlerinden dikkat ve tartışmayı ihmal etmemek kaydıyla, doğruya yakın bir şekilde tespit edebilmek mümkündür (Nişancı,s:37-38). Bu nedenlerden dolayı, konu olduğu dönemin düşünsel karakterini yansıtabilmesi açısından edebi ürünler, göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir kaynak oluştururlar. Ayrıca gerçeği algılayışı bağlamında makro bir bakışa sahip olan sosyal bilimlerin, toplumsal olayların anlaşılmasında ıskaladığı bir takım görüş ve duygu farklılıkları hem toplumsal, hem de bireysel olarak edebiyatın yardımıyla birlikte daha rahat kavranabilme olanağına kavuşur. Elbette burada edebiyatın, sosyal bilimlerin hedefleri doğrultusunda bir gerçeklik üzerinde temellendiğini iddia etmesi beklenemez. Ancak edebi metinler, aynı anda hem gerçekte varolanı, hem de metaforik olanı kendi içinde taşıdığından, yani hem bir gerçeklik kaygısını hem de kurgulananı çelişkisiz bir araya getirebildiğinden ötürü, hem konumlananın hem de kurgulanmış olan bağlamında eşsiz bir alan sunar (Köksal, s:276). Yani hem bir toplumsal gerçekliğe tekabül edilebilirken aynı zamanda bu toplumsal gerçekliğin farklı yorumlamalarına rahatlıkla olanak sağlayan bir doğaya sahiptir. (2)

Edebiyatın sosyal bilimlerde bir tahlil aracı olarak kullanılmasına en yatkın türlerinden biri, belki de birincisi "roman" olmaktadır. Öncelikle romanın bir edebi tür olarak gelişmesiyle, sosyal bilimlerin gelişimi arasında tarihsel bir yakınlık kurulabilir. (3) Ayrıca bir edebi tarz olarak romanın biçimsel özelliklerinin de sosyal bilimlerin biçimsel yapısına uygun olduğu söylenebilir. "Roman, belki bir bilim titizliği gösteremez ama, çoğu zaman insanı, bilimden daha iyi tanır ve tanıtır (Akalın, s:225)".

B. Girişimci Zihniyeti Anlamak

Girişimcilik, modern / endüstriyel toplumların en belirgin özelliklerinden birisidir. Çoğu yazara göre, girişimcilik, ortaçağdan modern topluma geçişte, dönüşümcü unsurların başında yer alır. Sosyolojideki çoğu düşünce okulu girişimciliğin oluşumunun önemi vurgulamıştır. Örneğin M. Weber'e göre, "kapitalist ruh canlandığı ve etkili olduğu her yerde eylem aracı olarak para stoklarını yaratarak, yeni bir toplumsal düzenin temellerini oluştururken (Weber,1999 s: 59)" sosyolojide karşı okulun temsilcisi sayılan , Marx' a göre de girişimci ruhun temsilcisi "burjuvazi, geldiği her yerde, bütün feodal ataerkil, romantik ilişkilere son vermiş, insanı doğal efendilerine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopararak, tarihte son derece devrimci bir rol oynamıştır (Marx ve Engels, s:107)".

Kapitalizmin ve modern uygarlığın bu yaratıcı sınıfı, (4) aynı zamanda nitelikleri bakımından da sosyal bilimciler arasında da tartışma konusu oluşturmaktadır." Weber, kapitalizmin organizasyonel formlarının ve bu formları yaratan güçlerin Batı dünyası dışında oluşmadığına dikkat çekerek, girişimciliğin her şeyden önce, geçmişte oluşan hazırlayıcı koşulların beraberinde, önemli bir zihniyet dönüşümüne işaret ettiğini vurgulamış ve Batı'daki tutum ve düşünce değişikliğinin nedenlerini betimlemeye çalışmıştır (Collins, s:26,27 ve 28)". Buna karşılık Marx, diyalektik düşünce sistemi içerisinde, girişimcileri (burjuvaları), bir sınıf olarak algılamış ve burjuvazinin "kent ve kırın ayrılması sonucunda ortaya çıkan özel bir tüccar sınıfı ve yeni üretim şekillerinin biçimlendirmesi ile güçlenen bir iktidar gücü olarak tanımlamıştır (Marx ve Engels, s:104,105,106 ve109 - 110; Baechler, s: 20,21 ve 22)".

Girişimciliğin modern insanın bir özelliğinin olması ve "19. yüzyılın ortalarına kadar, bütün dünyada kâr güdüsünün ve dolayısıyla bir teşebbüs ruhunun görülmediği (Özel,s :135)" dikkate alındığında, bir düşünsel eğilim ve eylem olarak girişimciliğin anlamlandırılması, modern / endüstriyel uygarlığın algılanmasına dönük olarak önem kazanmaktadır. "Servetin her zaman mevcut olabilmesine rağmen, topluma bütünüyle nüfuz eden servet yolunda genel bir mücadele, modern zamanlara özgü bir tavırdır (Özel, s:139)". Bu yüzden içinde bulunulan toplumun ve dönemin, düşünsel ve eylemsel boyutta bir analizinin, girişimcilik tavrının şekillenmesini kavramlaştırmaya yardımcı olacağı açıktır.

Bununla birlikte, girişimcilik tavrının, içinde yaşanılan kültürle eklemlenmesi üzerine yapılan değerlendirmeler de önemini arttırmıştır. Weber'in Batı düşüncesi üzerine yaptığı çözümlemeler ve Batı'nın eşsizliği (uniqueness) tanımlamasının (Weber,1999 s: 14 - 26; Collins, s:54 - 58), sosyal bilimlerde yaşanan paradigma değişimi ile birlikte yeniden önem kazanmasına paralel olarak, Batı - dünyası dışında modernleşme süreçlerinin nasıl algılandığı ve ne tür merhaleler geçirdiği merak konusu olmuştur. (5)

Herhangi bir toplumda, bir düşünce şeklinin toplumun özgül kurumları içerisinde ne gibi ilişkilerle şekillendiği ve nasıl yorumlandığı konusunda Mannheim'ın geliştirdiği formülasyon kullanışlı bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Mannheim'a göre, "bireyin, günümüzün varoluşsal durumuna uygunlaşması, ancak tarihsel - toplumsal olarak şekillendikten ve gerçek gerilimleriyle günümüz motivasyon biçimlerinin bağlantılı olduğu önemli dizileri içselleştirdikten sonra olur (Mannheim, s:122)". Bunun anlamı bireyin düşünsel gelişimlerinin ve tutumlarının, bir bütün olarak, içinde yaşadığı toplumsal yapıların bir yansıması olduğudur (Mardin(a),s:24; Pilcher,s: 482 - 483)". Yani, tek başına hiç bir sınıf veya grup, toplumun düşünsel ve eylemsel biçimlerinin totalleştiricisi ve taşıyıcısı olarak görülemez (Swingewood,s:325-326). Toplumların kendi özgül yapıları, çeşitli sınıf ve grupların, yine kendine özgü bir biçimde çatışmalarının ve birleşmelerinin sonucunda meydana gelir. Dolayısıyla toplumsal sınıfların, düşünce biçimlerini birbirinden ayrıştırmak yerine, toplumun genel karakteristiği içerisindeki konumlanmalarını algılamak, günümüz koşullarını anlamlandırma yolunda daha net bir tablo ortaya koyacaktır.

Mannheim'ın kuramının doğrultusunda ve Weber'in modern kapitalizm analizinde ortaya koyduklarının ışığında, girişimcilik, toplumun özgül yapılarının içerisinde anlamlandırıldığında, Türkiye için geçerli koşullar da analiz edilmiş olacaktır. (6) Bu açıdan bakıldığında girişimci zihniyetin özelliklerinin, Türkiye'nin özgül toplumsal yapılanması içerisindeki yeri karşılaştırmalı bir analiz ile ortaya konulmasının belirgin avantajlar sağlayacağı açıktır. Fakat bu noktada toplumların belirli ve katı bir öz barındırmadığı tersine etkileşimler ve farklılaşmalar ile kendi özgül koşullarının belirlendiği, bu özgül koşullarından geçmişten gelen veya yeni oluşan bir takım dinamikler ile tekrar şekillendiğini unutmamalıdır. O halde toplumun etkin bir biçimde benzeşme dinamiğine girdiği yapıların kendine has süreçlerinin ortaya koyduğu özellikleri, analiz konusu yapılan toplumsal yapılarla girdiği etkileşimler (7) bağlamında yapılacak sosyal ve kültürel betimlemeler daha sağlıklı sonuçlar ortaya koyabilir.

Bu açıdan Türkiye'deki girişimcilerin eklemlendiği tarihsel ve kültürel bağ ve toplumsal yapıların işleyiş şekillerinin analizinden önce kültürel, sosyal ve elbette ekonomik olarak benzeşime girilen Batı'da, girişimcilerin eylem ve düşünüş şekillerinin özetlenmesi faydalı olabilir. Bir "stereotip" olarak ya da Weber'in tabiriyle bir özel kişilik tipi (Chalcraft) olarak girişimciliğin tüm batı dünyası içerisinde çizdiği genel karakteristikleri şöyle sıralanabilir;

1. Üretimin en önemli değer olmasına olanak veren ve "çalışma" kavramını bir ibadet olarak kutsallaştıran yeni bir ahlaki tavır,
2. Buna paralel olarak asketizme ve dünyevi zevklerden arınmaya verilen önem,
3. Servet artışının bir olgunluk mertebesi olarak değerlendirilmesi ve kişisel değerlerin en önüne konulması,
4. Bu servet artışının, üretimi devam ettiren ve büyümesine olanak veren bir yapıda kullanılması,
5. Ölçülülük ve maddi unsurlardan doğan zevklerin ertelenmesinin değer kabul edilmesi ve "an" yerine, dizgesel bir biçimde akan geçmiş - şimdi- gelecek biçimini alan zaman kavramlaştırılması ve bunlar içerisinde geleceğin önem kazanması, yani gelecek odaklılık,
6. Meslek sahibi olmanın, değerli sayılması ve kişisel faaliyetlerin mesleki alan ile sınırlandırılması,
7. Sürekli çalışmanın, yaşamın kaçınılmaz bir parçası olarak görülmesi ve kişisel mutluluğun, bu çalışmanın paralelinde tanımlanması,
8. Hesap - kitaplılık ve akılcılığın en önemli kişisel özellik olarak görülmesi ve hayatın tüm alanlarında bu düsturun egemen kılınması isteği,
9. Kazanç ve verimliliğin kutsanmasıyla birlikte, ekonomik başarıya yönelik kişisel motivasyon,
10. Dünya / öte -dünya ayrımının oluşması ile dünyevi faaliyetlerin maddeselleşmesi ve pragmatizmin egemen kılınması,
11. Dini ve geleneksel bağlılıklara mesafeli yaklaşım ve cemaatten uzaklaşıp, bireyselleşmenin önem kazanması,
12. Bununla birlikte, iş ile özel hayatın birbirinden ayrışması,
13. Ekonomik ve sosyal çıkarların dünya görüşünü belirleme eğilimi ( Weber,1999
s:60,61 ve 62; Bozkurt, s:25,26 ve 27; Baechler, s:90-91; Nef; 69-70 ve 170-171; Grint,s:128-129, Zencirkıran,s:172)

Anılan tüm bu özelliklerin, Türkiye'nin koşulları içerisinde nasıl biçimlendiği ve bu biçimlerin yeni koşullara uyarlanma dinamiği içerisinde yarattığı kültürel atmosferin göstergesini bulmak, Türkiye'nin girişimcilerinin sosyo - ekonomik temellerini görmek anlamında bir adım oluşturacağı söylenebilir. Bu anlamda Türk girişimci modelinin, Batıdaki ideal tipinden farklı olarak ne gibi özellikler gösterdiği ve bu özelliklerin toplumsal yapıdaki görünümü bundan sonraki bölümün temel izleği olacaktır.

 

C. CEVDET BEY VE OÄžULLARI: TÜRKİYE'NİN GİRİŞİMCİLERİ:

"...Eskiden parayı ya kefereler kazanırdı, ya da namussuz, hırsız memurlar. Şimdi senin gibilerin zamanı, sen de çalışkansın, dikkatlisin, aşırılık etmiyorsun... (Cevdet Bey ve Oğulları, s:52)"

 

 

Türkiye'nin modernleşme macerası içerisinde, girişimci sınıfın ve endüstriyel üretim örgütlenmesinin eksikliği, 19. yüzyıldan itibaren, genel anlamda kendine özgü çözüm mekanizmaları ile bertaraf edilmeye çalışılmış, (8) ancak başarısızlığa uğrayan çoğu düzenlemenin ardından, girişimci sınıfın eksikliği, hem uygulayıcılar, hem de düşün dünyası tarafından, eşine tarihimizde az görülür bir biçimde, ittifakla dile getirilmiştir.

Bu eksiklik çoğu zaman Türk toplumunun modernleşme yolunda bir engel olarak algılanmıştır. 19. yüzyıldan itibaren, sistemli politikalar eliyle idame edilmeye çalışılan modern Türk toplumu yaratma çabası içerisinde, girişimci sınıfı, çok az sayıda olan küçük, Müslüman - Türk tüccarlar arasından oluşturulmaya çalışılmıştır. Orhan Pamuk'un romanına isimi veren Cevdet Bey'de böyle bir tüccardır. Aslında küçük bir devlet memuru olan babasından kalan, odun deposundan, İstanbul'daki sayılı büyük Müslüman tüccarlarından biri olmaya kadar yükselmiştir. Ancak başlangıçtan itibaren, içinde yaşadığı çevreyle benzeşmeyen bir kişilik yapısına sahiptir ve kendisinin farklı olduğunu düşünmektedir. (9) Cevdet Bey, ticaret hayatıyla ilgili ölçülü hırslarından başka, bir de zayıf Fransızca'sıyla okumaya çalıştığı ve etrafındaki Levanten tüccarlardan örnek aldığı, Batı tipi ailenin hayalini kurmaktadır. Bu amaçla saray çevresinde gözden düşmüş bir paşanın kızıyla nişanlanmıştır. Ağabeyi Nusret, Cevdet Bey'in tersi özelliklere sahiptir. Askeri Tıbbiye'den mezun olmuş, bir süre Paris'te yaşamış bir Jön Türk'dür ve veremle pençeleşmektedir. Bu iki kardeş arasındaki düşünsel eğilimlerin farklılığı, Türk Modernleşme hareketinin önemli çatışmalarından birisini yansıtmaktadır. Zira Cevdet Bey'in gözünde ağabeyi, sorumluluktan kaçan sorumsuz, dik başlı ve bozguncudur, (10) Nusret ise, kardeşinin yaptığı işi küçümser ve onu paradan başka bir şey düşünmeyen zayıf biri olarak görür. (11)

Kardeşler arasında bu düşünce farklılığı şu bağlamda cevap arayan bir soruyu yansıtır. Batının modern / endüstriyel toplum olma alamet-i farikası sayılan sermaye sahipleri nasıl olur da Türkiye'de modernleştirici unsurları temsil edenler tarafından "çıkarcılar" olarak algılanmaktadır? Benzer bir şekilde girişimciler, Batı dünyasında, modern düşüncenin belirleyici aktörlerinden biri sayılırken, Türkiye'de kamusal hayat ile ilgili tartışmalara nasıl kayıtsız kalabilmektedirler? (12)

Bu sorunun cevabını bulabilmek için, "ideal tip" Batı toplumunda girişimcilerin, oynadıkları sosyal rolün kısa bir özeti faydalı olabilir. Girişimciler, bir sosyal yapı olarak ortaya çıktıktan sonra, kendi dünyalarını kurmak ya da düşünce şekillerini dünya ile bağdaştırmak durumunda kalmışlardı. İlk seçenek, girişimcilerin, varolma nedenlerine pek uyum sağlamıyordu. (13) Bunun sonucunda girişimciler, Batı dünyasında yaşam tarzının modern topluma doğru evrilmesinde harekete geçirici güç olmak durumunda kaldılar.

Servet artışının toplumsal olarak onanması, üretim süreçlerinin de rasyonelleşmesini beraberinde getiriyordu. Ancak üretimin rasyonelleşmesi sadece, üretim süreçlerini kapsamıyordu. Üretimin sonunda oluşan metanın, pazarlara ulaşması, bu pazarlarda tüketici ile buluşması da, üretimin devamlılığı açısından rasyonel olmak durumundaydı. Bu amaçla pazarın üzerindeki gücün ve düzenleyicisinin de üretimin düsturlarına ayak uydurabilmesi şarttı. Aynı zamanda, pazarların üretimi sürükleyecek yegane güç olarak algılanması, pazarlar üzerindeki gücün de "doğruluk, maddi ve kişisel maliyetlerin azaltılması, hız, kesinlik ve süreklilik " ilkelerini benimsemesini, girişimciler için gerekli kılmıştır. O güne değin üretim biçimlerini düzenleyen "fahri düzenlemelerin" biçimden yoksun olması ve yönetimin çözmek zorunda olduğu sorunların çeşitlenmesi ve karmaşıklaşması, eski yönetim biçimlerinin sınırlarına dayandığını gösteriyordu (Weber, 1998,s:308)".

Girişimcilerin, varlıklarını devam ettirebilmeleri için ihtiyaç duydukları düzenleme biçimlerini, geleneksel yapılardan beklemek yerine kendileri oluşturmak durumunda kaldılar. Zira bu geleneksel yapılar, hem pazarların rasyonel işlemesinin gereğini yerine (14) getiremiyorlardı, hem de bizathi bu işleyişin önünde engeldiler. Öncelikle düzenlemeler belli ilkelere göre değil, keyfi olarak yapılıyordu. Aynı zamanda, bir yer elde edebilmek ve kimlik sahibi olabilmek bu odakların kontrolündeydi. Bir başka ve en önemli problem, geleneksel toplumun yüce değerleri , soyluluğa ve kiliseye mensubiyete ilişkin olarak kalmaya devam ettikçe, kendini kazanç biriktirmeye adamış kimseler gayri meşru bir faaliyet yürütüyor sayılabilirdi (Baechler, s:106-107; Weber, 1995, s:348-349; Collins, s:55-56; Hobsbawm,s:31-32). Ayrıca, kentsel yapıların içerisinde olmak girişimcilere önemli avantajlar sağlıyordu. Bu avantajların kullanılması sonucunda, kent faaliyetlerinin görülmesi amacıyla "belediye"ler oluştu ve bunların yönetimleri, içlerinde girişimcilerin de bulunduğu belediye meclislerinde görülmeye başlandı. Bu meclisler içerisinde, girişimcilerin ağırlığının artması, şehir belediye meclisinin krallara ve feodallere direnmeleri sonucunu doğurdu. Bu direniş, giderek krallık çapında genel meclisleri ortaya çıkardı. Gelişmelerle ile ortaya çıkan bu kurullar, giderek burjuvaların isteklerini ileri sürdükleri ve uygulama alanı buldukları bir politik arena haline geldi. Yeni anlayışa göre, insanların, kralların, feodallerin ve ruhbanın yanında, bazı politik hakları olmalıydı. Özellikle vergilerin konma kararları alındığı kurumlarda, parlamento ya da genel mecliste bu kararları etkileyebilmekteydiler. Bunun için, söz ve düşünce özgürlüğü olmalı; ekonominin, eğitimin ve ailenin meselelerinde birey serbest olmalıydı (Küçükömer, s:18-22 ve Buckhardt, s:113,114 ve 115). Böylelikle, Batı dünyası içerisinde, Aydınlanma düşüncesi olarak adlandırılan süreç, girişimcilerin sosyal talepleri ile bir sarmal oluşturarak, yeni bir döneme geçilmesini sağladı.

Bu sayede "yönetim erkinin, tüm edimsel geçerliliği, yönetilenlerin onun erk eylemlerini, bir tür gözleriyle görüp sayması üzerine dayalı hale gelmiştir. Bunun sonucunda yönetim birimlerinin buyrukları ve yargı kararlarının topluca sayılmasının yerine, topluluğun kendi özgür istenciyle, hem genel olarak hem de bireysel durumlarda, yasa yapma saydırmaya ve yürürlükten kaldırmaya hakkı olduğu anlayışı geçmiştir (Weber,1995,s:388)". Artık toplumsal yapının analizi çok bilindik, "birey - kamusal alan - devlet" metafiziği içerisinden yapılmaya çalışılacaktır. (15)

Anılan sistematik içerisinde birey, kendi bireysel alanındaki eylemlerinde kendisi sorumlu olmakla birlikte, kamusal alan tüm bireylerin üzerinde, onları kapsayan ve onların bireysel alanlarının düzenleyicisidir. Kant'ın deyimiyle, Birey, bu kamusal alanın düzenlemelerine uymak zorundadır. Fakat kendi kişisel alanını da etkileyen düzenlemelerde değişiklikler yapılmasını istemeye muktedirdir. Eğer, çoğunluğun onayıyla değişiklikler kabul edilmez ise bile, farklı bir tasarı teklif etme hakkı sonsuzdur (Kant, What's Enlightenment..). Görüldüğü gibi, aslında devletin, bir yönetim erki olarak, yapacağı düzenlemeler, bireyin çıkarlarıyla uyuşmadığı takdirde, birey, bu düzenlemelerin değiştirilmesini talep edebilir. Yani kamusal alan aslında, bireysel çıkarların, topluluğun tümüne karşı dile getirildiği bir alan olarak tasarlanmıştır. Bu anlamda kamusal alan, temelde bireylerin çıkarlarının karşılıklı olarak bir araya gelmesine olanak verir. Hobbes'un yolundan gidildiğinde, kamusal, yalnızca bireylerin egemenliğinde kendi çıkarlarına paralel olarak bir araya geldikleri alandır. Kamusal kurumlar da, sadece bu bireylerin haklarının korunması için varolabilir (Slater, s:139 - 140). Aslında kamusal alan, başlangıçta düşünülen şekliyle, bireysel taleplerin olumlanmasına olanak veren ve ayrıca bu bireysel taleplerin toplum içerisindeki diğer bireyler ile paylaşılmasını veya çıkarların karşılaşmasını sağlayan bir yapıdır. (16a16b)

Kamusal alan, dolaylı olarak bireyin haklarının ve bireyselliğinin üzerinde temellenir Bu tasvirin bir tezat yaratmaması dikkat çekicidir. Zira, bireyin haklarının, diğer bireylerin haklarıyla çakışmaması yeni bir düzenlenme şeklinin bir işaretidir. Bu konuda, E. Durkheim, modern / endüstriyel toplumun örgütlenme biçiminin, geleneksel toplumlardan farklı olduğunu ve bu anlayış sayesinde bireyin geleneksel anlamdaki tüm bütünlükçü bağlarının kopmasına rağmen, eskisine oranla çok daha fazla toplumsal etkinliğin sağlandığını öne sürmektedir. Durkheim, toplumların gelişme süreçleri içerisinde, Mekanik ve Organik bütünleşme olarak iki türlü örgütlendiklerini düşünür. Birincisinde toplumun bireyleri arasında herhangi bir ayrımlaşma ve farklılaşma söz konusu değildir. Bireyler cemaat içerisinde yaşarlar ve yaşamın tüm formları bu cemaatin yapısı tarafından belirlenir. Bireyler arasında bir farklılaşma olmadığı için, toplumda bir tutarlılık ve durağanlık mevcuttur ve kurallar moral değerler tarafından belirlenir. Ancak modern / endüstriyel topluma doğru, varsayılan ilerleme sürecinde toplumların bu yapısı bozulur. Moral değerlerin belirleyiciliği yerine, rasyonel kurallar geçer, bireyin düşüncelerinde ve eylemlerinde kendisinden sorumlu olması ve topluluktan ayrımlaşması söz konusudur. Bireylerin bu farklılığını sağlayan onlara toplumsal yapı içerisinde işlevsellik kazandıran özellikleri, yani meslekleridir. Bu anlamda organik dayanışmanın bireyleri, geleneksel toplumda birbirinin yerine geçebilen bireylerinden ayrı olarak farklılaşmanın önem kazandığı bir toplumsal yapı içerisindedirler. Bu dayanışma biçiminde bireyler arası ilişkilerin şekli "sözleşmeler" ile belirlenir (Durkheim,s :152-156). Bu anlamda modern / endüstriyel toplumun en belirgin özelliği, bireyin ayrımlaşmasına yol verilirken, aynı anda onu ve çevresini, niteliksel olarak tamamen kapsayan bir yapının varlığıdır ( Aron,s: 228 - 232 ve Giddens,2000,s:129 - 141).

İşte bu düşünsel atmosfer içerisinde, girişimcilerin özel kişilik tipi bir bütünlük oluşturmaktadır. Kamusallığın şekillenmesi, girişimciler için bir özel hayat dikatomisi kurmalarına olanak verir, kişisel kazancın kabul görmesini sağlayan sosyal yapının varlığı, bireyselleşmenin mümkün olabilmesi, meslek sahibi olmanın bir birey için olmazsa olmaz koşul olması (17) ve maddeselcilik ile pragmatizmin onanması hep, anılan düşünsel atmosfer içerisinde değerlendirildiğinde anlamlı olacaktır.

Aslında, Durkheim'ın sözünü ettiği niteliksel bağ, rasyonel kapitalizmin pazar mekanizmasından başka bir şey değildir. Bütün bu çerçeve içerisinde, Cevdet Bey ve ağabey Nusret'in tavırlarına bir kez daha dönüldüğünde, ilk bakışta farklılaşmanın nedeninin, rasyonel kapitalizmin, Türkiye'de gelişememesi olarak görülebilir ve bu yorum kısmi doğruluklar da taşımaktadır. Ancak Weber'in "Batının eşsizliği" kavramsalı çerçevesinde yeniden düşünüldüğünde, itidalli yorumlar, özgül toplumsal yapıların şekillenmesini betimlemeye önem verecektir. Mannheim'ın kuramı doğrultusunda bakıldığında, toplumsal yapıların, yeni şekillenme biçimleri, dinamik bir karakter taşıyacak ve otantik anlamından, benzeşim sonucunda, yine benzersiz bir başka form niteliğini barındıracaktır.

Türk toplumu açısından bu türden ilişkiler, bir kez daha değerlendirildiğinde özgül yapıların yeni şekillenme biçimleri karşısında geçirdiği değişim daha yakından görülmüş olacaktır. Başlangıçtan beri Osmanlı İmparatorluğunun toplumsal yapıları, Weber'in özel bir derebeylik tipi olarak değerlendirildiği bir sistem içerisinde kurulmuştur. Buna göre, toprak üzerinde üretim yapabilme genelde kalıtsal , çoğu kez sultanın belirlediği biçimlerde, vergilendirilen gelir kaynaklarının düzenli bir toprak yazımı dizgesine göre yapılan bir "akçalı düzendir". Burada topraklar, yalnız belirli hizmetler gereğince belli kişilere ve yalnızca yükselme olanağının bulunduğu durumlarda dağıtılır (Weber, 1995,s:377-378). Toprakların dağılımını belirleyen "kahramanlık" kavramı olmuştur. Fetih ekonomisi gereğince, savaşlarda yararlılık gösterenler veya devlet hizmetlerinde başarı sağlayanlar, belirli bir toprak parçasının gelirlerini toplamaya tayin ediliyorlardı. Bu anlamda kazanç asla kişisel değildi, "gelirin kişiye ait değil de mevkiye ait olduğu düşüncesi bütün sistemi belirlemekteydi (Mardin,2000,s:55)".

Dolayısıyla, Osmanlı toplumsal yapısı, Durkheim'ın mekanik dayanışma olarak adlandırdığı biçime, temelde benzer formlarda, ancak kendine özgü bir yapıda gelişiyordu. Bu farklılaşmayı belirleyen köylü "community" biçimlerinin üzerinde, bu kez de mekanik dayanışmanın niteliksel kapsayıcılığından farklı olarak, niceliksel kapsayıcı bir merkezi yönetim anlayışıydı. Yani, gelirin kişisel bir ayrımlaşması söz konusu değildi, buna karşın, gelir sağlayıcı işlevler (fetihler), gaza mantığı çerçevesinde kolektif olarak kazanılıyor. Gaza da üstün olanlar, gelirde de bir üstünlük sağlıyordu. Gelirde üstünlük sağlayanlar, imparatorluk dahilinde çok fazla değildi ve genel olarak çevresindekilere belirli dağılım sağlayan bir üleşim ekonomisi söz konusuydu (Mardin,2000,s:50-51 ve 53,54 ve 55). Zamanla servet sahibi devlet görevlilerinin üleşimi, kendilerini güvende saymak için birbirlerine karşı yaptığı gösterişçi tüketime (18) de bıraksa, genel olarak sistemin işleyişi bu şekildeydi.

Türkiye'nin toplumsal yapısı içerisinde, girişimcilerin varlığı anılan çerçeve içerisinde, çok da mümkün ve anlamlı gözükmemektedir. Ticaret ve üretimin büyük bölümü, bu döngünün içerisinde yer almayan "Gayri - Müslim" ler tarafından yapılmaktadır. Varolan "Müslüman" tüccarlar da, ilk bakışta her ne kadar püritan girişimci tipine benzeseler de, daha çok zanaatkar, küçük yapımcı ve geleneksel biçimlere sonuna dek bağımlıydılar (Ülgener,s:106).

Yeniden - üleşim ekonomisi, modernleşme çabaları içerisine girilmesiyle, hem yeni yapılarla karşılaştı, hem de bu yapıların etkisiyle, biçiminde derin çatlamalar meydana getirdi. Zamanla fetihlerin ve nimetlerinin olanaksızlaşması, modern anlamıyla "reel" bir karşılığa dayanmayan yapıda içinden çıkılmaz sorunlar ortaya çıkardı. Benzeşilmeye çalışılan yapının özelliklerine uymaya çalışanlar, kişisel kazanç bağlamında oluşan eylemlere yöneldiklerinde geniş halk kitleleri tarafından "çıkarcılıkla" suçlandılar. Ekonomik yapı, dikkate alındığında "girişim"e bu türden bir refleks gösterilmesi doğal görülmektedir. Öncelikle, girişim, Osmanlı şartlarında büyük ölçüde ticarete dayanmak durumundaydı. Bu ticaretin tüketimcileri, geniş halk kitleleri olamayacağına göre, kolektif olarak kazanılan gelir sağlayıcı işlevleri ellerinde bulunduran, seçkinler olacaktı. Ayrıca kişiselleşmiş bir toplumsal alan da bulunmadığına göre, ayrımlaşmayı önceleyen her eylem, bütünlük tarafından rahatsızlıkla karşılanacaktı.

Ancak, modernleşmeyi harekete geçiren yapıların da "girişim"e, halkla aynı tepkiyi göstermesi ilginç sayılmalıdır. Bunun birkaç nedeni olabilir; öncelikle, modernleşme Türk seçkinleri ve entelejensiyası tarafından, Batı'daki gibi bir "başlangıç" olarak değil, bir restorasyon olarak algılamışlardır. Bu restorasyonun, merkezi özelliği son derece baskın bir devlet geleneği üzerinde yapılması istenmekteydi. Bu nedenle "piyasa ekonomisi ve özel mülkiyet, toplumun güçlenmesine neden olacağı için daima "kuşkulu bir bakışla" karşı karşıya kalmıştır. Ayrıca bu anlayışın, bir toplumsal dönüşüm yaratma çabası, cemaat ağırlıklı bir toplumsal örgütlenmenin yapısal özellikleri nedeniyle heyecan yaratıcı olmuştur. Diğer yandan, piyasacı bir "Anglo - Sakson" modernleşme anlayışının karmaşıklığı, denetimsizliği ve devrimden çok evrime dayanması karşısında, Saint - Simoncu endüstriyalizm her zaman daha ilgi çekici görülmüştür (Göle,s:11-26).

Tekrar Durkheim'ın kuramına dönüldüğünde, modern / endüstriyel toplumun belirleyici özelliği olan "bireysel ayrımlaşma" Türk toplumunda hiçbir zaman görülmedi. Dolayısıyla, "bireyselleşme", fonksiyonel bir anlama ulaşamadığı için, kuşku, korku ve nefretle karşılandı. Öte yandan, bireysel tutkuların herhangi bir toplumsal biçim tarafından karşılanmaması, bu tutkuların bencillikle birleşmesi sonucunu doğurdu. Cevdet Bey ve ağabey Nusret, Türk Modernliği'nin iki karakteri olarak, modernleşme dinamiklerini farklı yorumlamaları nedeniyle, hiçbir zaman bir noktada buluşamadılar. Modernliğin yorumunun bu çifte yanılgısı, sonuçta verimli bir dinamik yaratamamanın sıkıntısını taşıdı. Yani, Türk toplumu içerisinde, kamusal alan hiçbir zaman bireysel çıkarların karşılaştığı bir alan olarak anlaşılmadı. Düşünsel eğilimler arasında yaşanılan bu farklılaşma, daha sonraki dönemlerde yapısal bir nitelik olarak kendisini göstermesinin yanında aynı zamanda Türk Modernleşme süreci içerisinde düşünsel taşıyıcılar ile eylem odaklı uygulayıcılar arasında da her zaman hissedilecek bir ayrıma da yol açtı.

Türkiye'de endüstrinin gelişimi açısından bakıldığında elbette sadece modernleşme üzerinde yürütülen düşünsel hareketlerin çelişkili yapısının, zayıflığın tek müsebbihi olduğu düşünülemez. Birbirinden ayrılmayacak ve öncelik ilişkisine konulamayacak şekilde maddi temellerin eksikliği, hatta bu temellerin gelişim yollarının oluşmasındaki dışsal faktörlerin etkisi hiç bir zaman göz ardı edilemez (19). Ancak bu faktörlerin belirleyiciliğinden çok dönemin zihniyeti içerisindeki rolünü de dikkate alan yorumlar daha anlamlı görülmektedir. Dolayısıyla "zihniyet" ile maddesel temeller arasında derin bir karşıtlık kurulmasından çok, bu faktörlerin, belki de birbirlerinden ayrılması imkansız, görüntüleri üzerinde kendini tanımlayacak analiz biçimleri, en azından, endüstrileşme / modernleşme'nin kültürel temelleri gibi tartışma alanlarını daha anlamlı kılacaktır.

Buradan yola çıkarak, Türk modernleşme dinamikleri içerisinde düşünsel taşıyıcılar ve eylem odaklı uygulayıcılar arasındaki derin ayrımın, buluşabildikleri bir nokta dikkat çekici olmaktadır. Bu iki grup da sonuç itibarıyla, maddesel temele yapılan anlamlı ve baskın vurguyla son tahlilde birleşmektedirler. Bu durumun bir kaç farklı anlamı olabileceğini kabul etmekle birlikte, bizathi "modernleşme" denilen sürecin yansımasının yanında, bu sürecin Türk kültürünün bazı nitelikleri bile öteden beri, rahatlıkla uyuşması dikkat çekicidir. Yani modernleşmenin harekete geçirici ve devam ettirici odaklarının bu türden eylemlerinde, "tek ölçüt ve amaç olarak merkezi devletin yeniden güçlendirilmesi ve bu düşünsel eğilimin sadece Osmanlı Devleti için değil, aynı zamanda Cumhuriyet dönemi siyasalarında modernleşme reformlarını yürütecek olan, güçlü, merkezileşmiş bir askeri ve sivil bürokratik zümrenin de bu anlayışın takipçisi olması (Kaliber,s:107)" reform anlayışının da bu paralelde gelişmesine yol açmıştır.

Girişimciler Avrupa deneyiminde, kurucu öğelerinin başında yer alan ve maddi temeli yönlendirmenin yanı sıra, bu temeli yeni toplumsal biçimin başlıca niteleyicisi haline getirmişlerdir. Bu yeni toplumsal biçimin yapısal özelliğini de yönetsel erkler ile yaşam alanı arasında esaslı bir farklılığın kurulmuş olması oluşturmuştur. Türk Modernleşmesinde ise, girişimin anlamı, bir etkinleştirme sürecinin dışında bir toparlanma anlayışını yansıtan merkeze, gerçekleşebilme ve bu olabilirliğin maddi temelini oluşturabilme olanağını sağlamak olmuştur. Yani, Türkiye'de girişimcilik geleneksel yönetim biçimlerinin yepyeni biçimlere evrilmesinden çok, bu anlamıyla geleneksel olanın yeniden üretilmesinin bir parçası haline gelmiştir.

Bu açıdan Cevdet Bey, hiç bir şekilde dönüştürücü olamayan, ancak yeri geldiğinde ve bir nemalanma veya yeniden üleşim şansı yarattığında, yönetsel erki bir eylem alanı haline getiren bir anlayışın simgesidir. Buna karşılık Nusret, için girişim, bir aktör olabilmenin çok uzağından, çoğu zaman tedirgin edici bir ayrıksılığı yansıtan, inandığı bir "gelişme sürecine (progressive structure)", sonradan katılma refleksiyle üzerinde her türlü düşünsel tasarrufta bulunabileceği bir ara etken olarak görülmektedir. Bu anlamıyla girişimcilik, onanan bir şey değildir ve "gelişme süreci"ne dahil olma konusunda tutucu ve ayak bağı yaratan bir anlayışı yansıtır.

Türkiye'de girişimcilik, modernleşmenin düşünsel taşıyıcıları tarafından kendilerine atfedilen fonksiyonları yerine getirmeyi aslında, kendi birikim güçlerinin temel hedefi olarak görmeye devam etmişlerdir. Bu anlamıyla modernleştirici unsurların stratejilerinin konjonktürel olarak değişmesiyle, zaman zaman meşruluk zeminin yitirmelerine karşın çoğunlukla, Şerif Mardin'in ayrımıyla reformist bürokratların meydana getirdiği merkezi geleneğin (Mardin, 2000 (b);s:118 - 120) uydusu olmuşlardır. Bu nedenle, genellikle de yönetsel erkin verdiği kararlara göbekten bağlıdırlar. Kısaca, modernleşme süreçlerimiz içerisinde, girişimin birikim sağlama yetisi, daima merkezi devlet geleneğinin politik kararlarının sonucunda oluşan ve çoğunlukla buradaki reel verimlilik esasına dayanmayan değer paylaşımının ikincil faktörü olarak görülmüştür.

SONUÇ:

Sosyal bilimler için edebiyat çoğu durumda önemli bir tahlil aracı olarak görülebilir. Özellikle, sosyal bilimler içerisinde kültürel olana daha sık vurgu yapan anlayışların, kabul görmesi, sosyal fenomenlerin anlaşılmasının bazı durumlarda, sembolleştirmeler yoluyla çok daha anlaşılır ve kullanışlı olması, edebiyatın sosyal bilimler için önemini arttırmaktadır. Bu yazıda da Orhan Pamuk'un "Cevdet Bet ve Oğulları" romanın ilk bölümünün iki karakteri olan Cevdet Bey ve ağabeyi Nusret'in yaşadıkları gerilimin bünyesinde izinin rahatlıkla bulunabileceğine inanılan modernleşme sürecimiz içerisinde, özellikle 20. yüzyılda giderek daha fazla vurgu yapılan "sanayileşme" söyleminin, en önemli unsurlarından girişimcilerin etkinliliği probleminin bir analizi yapılmaya çalışılmıştır.

Türk modernleşme sürecinde bu girişim sınıfının etkinliği, ki bu sınıfın önemi sosyal bilimlerde hemen tüm okullar tarafından dile getirilmiştir, sürekli vurgulanmasına rağmen, modernleştiriciliği üstlenen unsurların ve toplumsal aktörler çoğunlukla, girişimciliğe mesafeli davranmışlardır. Bu anlamıyla modernleşme, Mannheim'ın, kültüre yüklediği anlamıyla toplumdaki sınıfların karşılıklı ve içsel gerilim ve yeniden üretim süreçleri içerisinde düşünüldüğünde, girişimcilik çoğu kez, şahsi çıkarın yücelttiği bir değer biçimi ile olumsuzlanmıştır.

Türkiye'de girişimciler ise, Avrupa deneyiminin aksine, geleneksel iktidarların bertaraf edilmesi gibi bir rolü hiç bir zaman benimsememesinin yanı sıra, kişisel ve toplumsal düzlemde dönüştürücülüğü imal eden toplumsal birimler olmaktan çok, merkezin yeniden üretiminde gerekli maddi temeli oluşturabilecek güçler olarak algılanmayı kabul etmiştir. Aslında, girişimciler, "verimlilik" temelli bir üretim anlayışının hiç bir zaman oluşmamasından dolayı daha çok "patrimonyal" merkez ilişkilerinin içerisinde kalmış ve toplumlarda "artı değer" oluşturabilme rolünü de çoğu kez bu ilişkisel boyutta yerine getirmiştir. Dolayısıyla bir gelir oluşturabilme aktivitesinin çok uzağında, yeniden üleşimin zamana uygunluk sağlamasının parçası olarak kalmıştır. Bu anlamda bireysel birikim sağlamanın toplumsal temelinin olmadığı bir ortamda reformun düşünsel taşıyıcıları ile eylemcilerinin (Nusret ile Cevdet Bey'in) , gelir söz konusu olduğunda çatışmayı bencillik - bozgunculuk bağlamında ele almaları normal karşılanmalıdır.

Pamuk'un romanında çok daha geniş zaman diliminde ele aldığı Türkiye'de girişimci olma serüveninin bu kurucu aşamasında taraflar arasında oluşan çatışma alanı, "modernleşme sürecinin" tüm dönemlerinde hissedilebilecek, ki çok daha sonraları harareti daha da artacak olan, bir çatışmayı, Cevdet Bey - Jön Türk Nusret, paralelinde somutlaştırmaktadır. Türk modernleşmesindeki bu derin ayrıma bir kişilik kazandırma ve ete kemiğe büründürme başarısı Orhan Pamuk'un bu ilk romanına ait olmalıdır.

NOTLAR

1- Bu yöntemlerin gelişimi ve uygulanması için bakınız; R. Altunışık, R. Coşkun, E. Yıldırım, S. Bayraktaroğlu, "Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri" , Sakarya Kitabevi, Adapazarı, Ekim 2001,s:54 - 63; Tartışmalar ve gelişmeler için bkz. Beylü Dilekçigil, "Sosyolojide Metodolojik Farklılaşma ve Metodlar Arası İşbirliği", IV. Ulusal Sosyoloji Kongresinde Sunulan Tebliğ, Eskişehir, 2000, s:9 - 15

2- Elbette burada genellikle postmodern düşünsel damara atfedilen kurgusal olanla hakikatte varolan arasındaki sınırın bulanıklığı ve bu sınırın tespitinin imkansızlığı üzerine yapılan yorumlamalara ve bunun yarattığı tartışmalara girilme amacı güdülmemektedir. Daha çok kurgusal olanın, öznel olana verdiği önemin bazı durumlarda Weber'in kullandığı anlamda "sosyal fenomenlerin" anlaşılmasındaki etkinliliğinden yararlanılması amacı güdülmüştür.

3- "...Edebiyat bir toplumun bilinçlenme tarzıdır... Roman burjuvaziye sıkı sıkıya bağlı bir edebiyat türü değil midir? Romanın burjuvaziye sıkı sıkıya bağlı olduğu bir edebiyat türü oluşu, romanın Batı'da doğuşu ve bir burjuva edebiyat türü oluşu bakımındandır...." (Doğan Ergun, Türk Bireyi Kuramına Giriş", Gerçek Yayınevi İstanbul, 1991, s:148)

4- B. Russell, Rönesans için şöyle düşünmektedir; "Rönesans bir halk hareketi değil, liberal patronların, özellikle Medici'lerin ve hümanist papaların desteklediği bir avuç bilgin ve sanatçının başlattığı bir eylemdi. (Bertrand Russel, Batı Felsefesi Tarihi, II. Cilt, Say Yayınları, İstanbul: 1997,s:240)". A. Çiğdem' e göre ise "Aydınlanma hareketi ve felsefesi, burjuva bir toplumda kök salmış ve meşruluğunu üretmiştir ( Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul: 2001,s:20)

5- Modernliğin, farklı kültürlerde algılanması üzerine yeni kavramlaştırmalar oluşturulmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz., Nilüfer Göle, "Batı - Dışı Modernlik Üzerine Bir İlk Desen" Doğu - Batı, sayı:2,Şubat, Mart, Nisan 1998,s:55 -62 ; ayrıca bkz.Nilüfer Göle, "Batı - Dışı Modernliğin Kavramsallaştırılması Mümkün mü?, "Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek Sempozyumu Bildirileri, Metis Yayınları,İstanbul: 1998,s:310 -320; ayrıca bkz., Nicos Mouzelis, "Modernity: A Non - European Conceptualization", The British Journal of Sociology, Volume:50, No:1, March 1999,s:148 - 157

6- Modern / endüstriyel toplumun zihniyet özelliklerinin Türkiye koşullarında analizi için bakınız; Sabri Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der Yayınları, İstanbul 1991; ayrıca bkz; Veysel Bozkurt, Püritanizmden Hedonizme Yeni Çalışma Etiği, Alesta, Bursa: 2000

7- Zira modernleşme de bir süreç olarak böyle bir dinamiktir. Literatürde modernleşme, daha çok Batı - dışı toplumların, Batı toplumlarının toplumsal yapılarına benzeşme sürecine verilen addır. Ayrıntılı bilgi için bakınız, Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri,İletişim Yayınları, İstanbul:1999 s:26-27; ayrıca bkz. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, İstanbul,2000,s:22,23 ve 24; ayrıca bkz, Muharrem Sevil, Türkiye'de Modernleşme ve Modernleştiriciler, Vadi Yayınları, Ankara:1999, s:38 - 40 ve 50 - 66

8- Türkiye'nin modernleşme süreçleri, üç aşamada değerlendirilebilir; a-)17. yüzyılda düşmana karşı (Hristiyan Avrupa) silah ve aletleri almanın meşru olarak görülmesi ile başlayan ve daha çok askeri alanda yenilikler yapılmaya yönelinmiş olan aşama; b-) 18.yüzyılda teknolojide ve bilimde Avrupa'nın örnek alındığı aşama; c-) 1839'da Tanzimat Fermanı'ndan başlayarak Batılı idari ve siyasi kurumların aktarılmaya ve yaşatılmaya çalışılan aşama, Bunlar içerisinde endüstrileşme yönünde ilk büyük adım yine devlet eliyle 1838'de Sultan Mahmud döneminde özellikle askeri malzemelerinin üretimi için endüstriyel tesisler kurulmasıyla başlandı. Ancak girişimci sınıfın oluşturulmasının düşünsel temelleri ilk kez Yeni Osmanlı hareketi ile gerçekleşti. Bu düşünsel geleneği devralan Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, 1908'de iktidarı ellerine geçirince kendi imtiyazlarında bir Müslüman - Türk girişimci sınıfı yaratma yönünde pek ısrarcı olmasa da bir politika izlediler. Cumhuriyet Türkiyesi de bu ideali devam ettirdi. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız; Korkut Boratav, " Türkiye İktisat Tarihi, 1908 - 1985", Gerçek Yayınevi, İstanbul: 1995,s:17-22; ayrıca bkz. Şerif Mardin, "Siyasal ve Sosyal Bilimler", İletişim Yayınları, İstanbul: 1994,s:68-80; ayrıca bkz. Şerif Mardin, " Türk Modernleşmesi", İletişim Yayınları, İstanbul, 2000,s:86-91 ve97-101; ayrıca bkz. Halil İnalcık, "İkinci Bin'de Türkler", Doğu - Batı, sayı:10, Şubat ,Mart,Nisan 2000,s:75 - 76)

9- "....Ben herkesten başkaydım, yalnızdım ve beni küçümsüyorlardı. Ben başkaydım, yalnızdım ama beni cezalandıramıyorlardı. (s: 11)"

10- "...Benim hayatım, sorumluluklarım, amaçlarım ve bir hedefim var! O ise, yalnızca dik başlılık gürültü edip, patırtı çıkartmaktan hoşlanıyor (s:24)

11- "...Benim kardeşim Avrupa'dan gelen her şeye hayrandır! Bir şey hariç; Revalüsyon.. Sen revalüsyon nedir bilir misin? Ama ne bileceksin sen böyle şeyleri! Senin bildiğin, sevdiğin tek bir şey var, para!" (s:28)

12- "... ben siyasetle hiç ilgilenmedim. Ben bir tüccar olarak siyasetin bana ne gibi bir yararı olacağını anlamıyorum... Benim böyle şeylerle ilgilenmem gerekmez! Ben padişaha karşı gelemem... (s:43-44); "... Hayat nedir? Fuat'a bu soru abestir dedim. Abestir, abes... insanlar bu soruyu niye sormalı? Kitap okuyanlar, akılları karışanlar soru sorar! Zeynep Teyze hiç soru soruyor mu? Yaşıyor, bende yaşıyorum... şimdi uyuyacağım, sabah kalkacağım, işlerle uğraşacağım, evleneceğim, yemek yiyeceğim, sigara içeceğim, güleceğim, bunları daha çok yapacağım... (s:87)

13- Tarihçi Hobsbawm'a göre, burjuva ailesi ile toplumun genel yapıları arasında 19. yüzyılın ortalarına kadar bir karşıtlık vardır ve burjuva ailesi, kendi zihniyet özelliklerinden dolayı "dış dünyayla kasıtlı bir karşıtlık halindeydi.". Ayrıntılı bilgi için bakınız; Eric Hobsbawm, "Sermaye Çağı", Dost Kitabevi, Ankara:1998, s: 259,260 ve 261

14- Bu, büyük ihtimalle aşırı iyimserlik olurdu. "Aydınlanmanın Avrupa'nın pek çok yerinde hakim olan toplumsal ve siyasal düzene son verilmesini ima etmekteydi. Anciens régime'lerden kendini gönüllü olarak feshetmesini beklemek çok fazla olurdu. Tam tersine, bu rejimler, bazı bakımlardan yeni toplumsal ve ekonomik güçlere karşı kendilerini tahkim etmekteydiler (Eric Hobsbawm, Devrim Çağı, Dost Kitabevi, Ankara:1998,s:31)

15- Birey - kamusal alan - devlet ilişkisini birbirinden kesin olarak ayrımlaşmış hatlar yerine iç içe girebilen, birbirleriyle etkileşimli, dinamik alanlar olarak anlamlandırmak daha yerinde görülmektedir. Tartışmalar ve yorumlar için bakınız; Süleyman Seyfi Öğün, "Devlet - Toplum Metafiziği ve Türk Modernleşmesi", Liberalizm, Devlet, Hegemonya (Der. Fuat Keyman), Everest Yayınları, İstanbul: 2002,s:175 - 198

16a Kamusal alanın ne ölçüde bir özgürlük ifadelendirme zemini oluğu ayrı bir tartışma konusudur. Nitekim kamusallığın burjuvazi öncesi ve sonrası olarak yorumlanması mümkündür. Aristokrasinin kamusal hayat üzerinde hakimiyetinin olduğu dönemde saray çevresine dayanan, heterojen ve aşırı tüketimin belirgin olduğu bir yapıyla karşılaşırken, ancak kamusal alanın burjuva yorumu ve bu yorumun genel geçer sayılması, anılan anlamıyla kamusal alanı ifadelendirir. Ayrıntılı bilgi için bakınız, Richard Sennet, "Kamusal İnsanın Çöküşü", Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 1996; ayrıca bkz., Süleyman Seyfi Öğün, "Kamusal Hayatın Kültürel Kökleri Üzerine: Sennet, Habermas ve Abdülaziz Efendi, Doğu - Batı, sayı: 5, Kasım,Aralık, Ocak 1998-9,s:49 -55

16b Farklı olarak Modern düşüncenin, bireye tanıdığı "özgürlük" ve bunun söylemsel yanı,üzerine yorumlamak çok daha derin ve karmaşık bir tartışma konusudur. Örneğin M. Foucault'a göre, "Rasyonelleşme eğilimli bir toplumda, bireye ve bireyin özgürlüklerine karşı bir takım tehditlerin varolabilmesi ihtimali her zaman kuşkulu bir ilişkidir. Avrupa toplumlarının giderek daha merkezileşen iktidarlarının, sürekli yeni teknikler ile giderek bireylere yönelmekte ve bireyleri sürekli ve kalıcı bir biçimde yönetmeyi amaçlamaktadır ( Michael Foucault, Özne ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 2000,s:26,27 ve 28)". Bütün bu belirsizliklerin burada göz ardı edilmesinin amacı,genel geçer kabul görülmesi bir yana bu toplumlarda düşünsel düzeyde ve zihniyet biçimi olarak, belki söylemsel de olsa, "kamusallığın" nasıl anlamlandırıldığıdır.

17 "...Çalışma, kapitalist akılcılaştırma sayesinde, bireysel bir faaliyet ve doğanın zorluklarına boyun eğme olmaktan çıkar. Köle niteliğinden kurtulup evrensel gücün onanmasının bir aracı haline gelir..." (Andre Gorz, İktisadi Aklın Eleştirisi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 1995,s:34)

18 Servet sahibi olmak kadar, bu serveti kaybetmekte, merkezin(padişahın) inisiyatifindeydi. Elde edilen gelirlerin yatırım olarak kullanılması mümkün olmadığına göre, tüketim bu kez bir tasarruf biçimi olarak algılanmaya başlandı. Osmanlı'da aşırı tüketim üzerine ayrıca bkz. , Sabri Ülgener, İktisadi Çözülmenin ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der Yayınları, İstanbul:1991, s:119 - 128

19 Kapitalizmin gelişim aşamasında Wallerstein formüle ettiği biçimiyle Merkezin çevre üzerinde kurduğu emperyal güç ve bu gücün niteliği her zaman akademik çevrelerde tartışma konusu olmuştur. Ancak genel kabul gören bir anlayışla kapitalizmin, kaynakları kullanmaya yüklediği anlamın bu tür faaliyetlerin doğasını oluşturduğu şeklindedir.

Osmanlı'nın 19. yy'ın sonundaki durumu bu analiz ışığında ele aşındığında bazı somut verilerin varlığı dikkat çekici olmaktadır. "... Paris konferansında temsil edilen bütün devletler, Osmanlı yönetimi karşısında elde ettikleri imtiyazlara dayanan karışma yetkilerini kullanarak kendi çıkarlarına uygun programlar hazırlamakta ve bunu savunacak paşalar yaratmaktadırlar. Paşalar ise tabi oldukları devletin nüfusunu arttırmak için uğraşmakta, başardıkları takdirde, iktidara gelmektedirler. Bu durum karşısında bir Osmanlı siyaseti gütmenin imkanı kalmamıştır... Abdülmecid'in 22 yıl süren saltanatı devrinde 22 defa sadrazam değiştirmiş olmasının sebeplerinden biri belki de en mühimi, işte bu yabancı müdahalesidir. (İsmail Cem, Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, Can Yayınları, İstanbul:1999,s:224)". " Osmanlı İmparatorluğu giderek yarı sömürge bir nitelik edinmiş ve sınai ürünler ithal eden, tarımsal kaynaklı hammadde ihraç eden bir ülke konumuna düşmüştür.... Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun sadece iktisadi değil, siyasi bağımlılığını da açıkça gösteren bir aşamaya gelinmiştir. (Ahmet Makal, Osmanlı İmparatorluğu'nda Çalışma İlişkileri: 1850- 1920, İmge Kitabevi, Ankara:1997,s:138).

Buradan Avrupa'nın egemenlik sahası yaratmak için giriştiği bu türden faaliyetlerin oluşumu bağlamında biri birine taban tabana zıt iki görüş geliştirilebilir. Birincisi bu faaliyetlerin "sermayenin birikiminin ve devamlılığının önemli bir koşul olarak görülmesi gerekliliği fikridir. Diğeri ise emperyal faaliyetlerin Avrupa'nın diğer devletler karşısındaki göreli üstünlüğünün bir ifadesi olarak algılanabilir (Ayrıntılı yorumlar ve tartışmalar için bkz. "Dieter Boris, Niçin Kızılderililer Avrupa'yı Keşfedemedi?, Niçin Aztekler Avrupa'yı Keşfedemedi? (Der. P. Wahl) (çev. L.Kafadar), İletişim Yayınları, İstanbul:1993,ss:15,16,17 ve 45,46). Buradaki ikilem, zihniyet temeli karşısında maddi değişkenlerin etkileyiciliği üzerine sürüp giden klasik tartışmaya kadar uzanıyor.

 

KAYNAKLAR

-O. PAMUK "Cevdet Bey ve Oğulları", İletişim Yayınları, İstanbul: 1996

- R. ALTUNIŞIK,E. YILDIRIM, R. COŞKUN, S. BAYRAKTAROÄžLU, "Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri" , Sakarya Kitabevi, Adapazarı, 2001

- AKALIN, L. Sami "Edebiyat Terimleri Sözlüğü", Varlık Yayınları, İstanbul:1984

- ARON,Raymond "Sosyolojik Düşüncenin Evreleri", (Çev.K.Alemdar) Bilgi Yayınevi, Ankara:1994

- BAECHLER, Jean "Kapitalizmin Kökenleri" (Çev. M.A. Kılıçbay), İmge Kitabevi, Ankara: 1994

- BORATAV,Korkut "Türkiye İktisat Tarihi, 1908 - 1985", Gerçek Yayınevi, İstanbul: 1995

- BOZKURT, Veysel "Püritanizmden Hedonizme Yeni Çalışma Etiği", Alesta, Bursa:2000

- BUCKHARDT, Jacob "İtalya'da Rönensans Kültürü", Milli Eğitim Basımevi, Afyon:1971

- CEM, İsmail "Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi", Can Yayınları, İstanbul:1999

- COLLINS, Randall "Weberian Sociological Theory", Cambridge Univ. Press, Cambridge:1986

- ÇİÄžDEM, Ahmet "Aydınlanma Düşüncesi", İletişim Yayınları, İstanbul: 2001

- DİLEKÇİGİL,Beylü "Sosyolojide Metodolojik Farklılaşma ve Metodlar Arası İşbirliği", V. Ulusal Sosyoloji Kongresinde Sunulan Tebliğ, Eskişehir,2000

- DURKHEIM,Emile "The Division of Labour in Society", Free Press., New York:1965

- ERGUN, Doğan "Türk Bireyi Kuramına Giriş" , Gerçek Yayınevi, İstanbul:1991

- FOUCAULT,Michael "Özne ve İktidar", Ayrıntı Yayınları, İstanbul:2000

- GIDDENS, Anthony "Sosyoloji - Eleştirel Bir Giriş", (Çev. R. Esengün, İ.Öğretir), İhtar Yayıncılık, İstanbul:1993

- GIDDENS,Anthony "Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori", Metis Yayınları, İstanbul:2000

- GORZ, Andre "İktisadi Aklın Eleştirisi", Ayrıntı Yayınları, İstanbul:1995

- GÖLE, Nilüfer "Mühendisler ve İdeoloji", Metis Yayınları, Haziran:1998

- GÖLE, Nilüfer "Batı - Dışı Modernlik Üzerine Bir İlk Desen" Doğu - Batı, Sayı:2,Şubat, Mart, Nisan 1998

- GÖLE, Nilüfer "Batı - Dışı Modernliğin Kavramsallaştırılması Mümkün mü?, "Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek Sempozyumu Bildirileri, Metis Yayınları, İstanbul:1998

- GRINT, Keith "Çalışma Sosyolojisi", (çev.V. Bozkurt, B. Çekmece, S. Göktan), Alfa Yayınları, İstanbul:1998

- HOBSBAWM, Eric "Devrim Çağı, Dost Kitabevi,(Çev.B.S. Şener) Ankara:1998

- İNALCIK, Halil "İkinci Bin'de Türkler", Doğu - Batı, sayı:10, Şubat ,Mart,Nisan 2000

- KALİBER, Alper "Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma Üzerine"
"Modern Türkiye'de Siayasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılı" (Der. U. Kocabaşoğlu), İletişim Yayınları, İstanbul:2002

- KANT, Immanuel "What is Enlightenment", http://www.english.upenn.edu/~mgamer/Etexts/kant

- KÖKSAL, Duygu "Sosyal Bilimlerin Kıyısında Edebiyat", Sosya Bilimleri Yeniden Düşünmek
Sempozyumu Bildirileri" Metis Yayınları, İstanbul: 1998

- KÜÇÜKÖMER, İdris "Düzenin Yabancılaşması", Alan Yayıncılık, İstanbul:1989

- MAKAL, Ahmet Osmanlı İmparatorluğu'nda Çalışma İlişkileri: 1850- 1920, İmge Kitabevi,
Ankara:1997

- MANNHEIM, Karl "İdeoloji ve Ütopya", Epos, İstanbul:2001

- MARDİN, Şerif "Siyasal ve Sosyal Bilimler", İletişim Yayınları, İstanbul:1994

- MARDİN, Şerif "Jön Türklerin Siyasi Fikirleri", İletişim Yayınları, İstanbul:1999

- MARDİN, Şerif "Türk Modernleşmesi", İletişim Yayınları, İstanbul:2000(a)

- MARDİN, Şerif "Türkiye'de Din ve Siyaset", İletişim Yayınları, İstanbul:2000(b)

- MARX,K., ENGELS,F. "Komünist Parti Manifestosu" Dönüşüm Yayınları, İstanbul:2000

- MOUZELIS, Nicos "Modernity: A Non - European Conceptualization", The British Journal of Sociology, Volume:50, No:1, March 1999

- MURPHY, J.W "Postmodern Toplumsal Analiz ve Postmodern Eleştiri (Çev. H. Arslan),
Eti Yayınları, İstanbul:1995

- NEF, JOHN U. "Sanayileşmenin Kültür Temelleri", (Çev. E.Güngör), Milli Eğitim Basımevi,

- NİŞANCI, Şükrü " Osmanlı İktisat Zihniyeti", Okumuş Adam Yayıncılık, İstanbul:2002

- ÖÄžÜN, Süleyman S. "Kamusal Hayatın Kültürel Kökleri Üzerine: Sennet, Habermas
ve Abdülaziz Efendi", Doğu - Batı, sayı: 5, Kasım,Aralık, Ocak 1998-9

- ÖÄžÜN, Süleyman S. Devlet - Toplum Metafiziği ve Türk Modernleşmesi", Liberalizm, Devlet, Hegemonya (Der. Fuat Keyman), Everest Yayınları, İstanbul: 2002

- ÖZEL, Hüseyin "Birey, Burjuva ve Zengin", Kitabevi Yayınları, İstanbul:1998

- PILCHER, Jane "Mannheim's Sociology of Generations: An Undervalued Legacy", The British Journal of Sociology, vol:45,no:3, September:1994

- POLOMA, Margeret "Çağdaş Sosyoloji Teorileri", Gündoğan Yayınları, Ankara:1998

- RUSSEL, Bertrand "Batı Felsefesi Tarihi", II. Cilt, Say Yayınları, İstanbul: 1997

- SEIDMAN, Steven "The End of Sociological Theory: The Postmodern Hope",(Edit;:D.Mc Quarie), Readings in Contmporary Sociological Theory, Prentice Hall, New Jersey:1995

- SENNET, Richard "Kamusal İnsanın Çöküşü", Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 1996

- SEVİL, Muharrem "Türkiye'de Modernleşme ve Modernleştiriciler, Vadi Yayınları, Ankara:1999

- SLATER, Don "Public/Private", "Core Sociological Dichotomies" ( Edit.C. Jenks), Sage Pub. London:1998

- SWINGEWOOD, Alan "Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi" (çev. O. Akınhay), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara:1998

- ÜLGENER, Sabri "İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası", Der Yayınları, İstanbul 1991

- WEBER, Max "Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı", (çev.O.Ozankaya), İmge Kitabevi, Ankara:1995

- WEBER, Max "Sosyoloji Yazıları", (çev. Taha Parla), İletişim Yayınları, İstanbul:1998

- WEBER, Max " Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu", (çev.Z.Gürata), Ayraç Yayınları,
Ankara:1999

- ZENCİRKIRAN,Memet "Sanayi Toplumundan Enformasyon Toplumuna Değişen Çalışma Hayatı ve Yeni Değerler", "Çalışma Yaşamında Dönüşümler (Der. A. Keser)", Ezgi Kitabevi, Bursa:2002

61707 kez görüldü, 11 kez indirildi.

<< --
 
EBSCO
PROQUEST
CABELLS DIRECTORY
INDEX COPERNICUS
SOCIOLOGICAL ABSTRACTS
ASOS Akademia Sosyal Bilimler Index
Üye Girişi
DUYURULAR/HABERLER
Dergide yayınlanan yazılardaki görüşler ve bu konudaki sorumluluk yazarlarına aittir.
Ampirik veriler, değerlendirme sürecinde hakem veya hakemler tarafından talep edilirse, yazar veya yazarlar ilgili verileri paylaşırlar.
Bu verilerin bir başka çalışmada kullanılmaması esastır.
© 2000 - 2024 İş,Güç Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi