Yıl: 2003/ Cilt: 5 Sayı: 2 Sıra: 1 / No: 168 /     DOI:

Türkiye`nin Vizyonu : XXI. Yüzyıl`da “Çağı Yakalamak”
Prof.Dr. Nusret EKİN

3 Haziran 2003 tarihinde kaybettiğimiz değerli hocamız Prof.Dr. Nusret Ekin'i saygıyla anıyoruz
Bu makale ilk olarak Mercek Dergisinin , S: 25, Ocak 2002, s. 4 - 24'de yayınlanmıştır.

GİRİŞ

 

"DEÄžİŞEN DÜNYA" VE "BİTMEYEN DÖNÜŞÜM"

Yeni yüzyıla ve üçüncü bin yıla girdiğimiz şu dönemde, son otuz yıldır devam eden insanlık tarihinin en büyük dönüşümlerinden birine tanık olmaya devam ediyoruz. Değişen çağ, teknolojik, ekonomik, siyasi ve sosyal boyutlarıyla adeta bir renk cümbüşü içinde yeni çağın "jakarlı kumaşlarını" dokumaktadır.

Dönüşümün ilgi çeken boyutu, günümüze değin her devrimin gittikçe daha kısa zaman süreleri içinde ortaya çıkması ve daha köklü etkiler yaratmasıdır. Bu dönüşümün baş köşesinde, hiç kuşkusuz "bilgi teknolojileri" (BT)'ndeki gelişim vardır.

Özellikle, akıllı makinalar, insanların dimağ gücünü taklit ederek, bilgi çağında göz kamaştırıcı mesafelerin alınmasına olanak sağlamaktadır. Bir yandan "bilgisayarlar", diğer yandan "kayan bant sistemleri" ve "geri besleme teknolojileri", bütün dünyamızı adeta kuşatmaktadır. Bu yeni oluşuma ister "yeni elektronik dünya", ister "internet çağı" veya "dijital devrim" deyiniz, "artık bilgi insanların parmaklarının ucuna gelmiş bulunmaktadır."

I. DÖNÜŞÜMÜN BOYUTLARI

KIŞKIRTICI ÖZDEYİŞLER VE "FÜTÜRİSTLER"

Uzakdoğu'lu bir yazar, "geleceğini düşünmeyen ve tartışmayan bir toplumun geleceğinin de olamayacağını..." vurgulamaktadır. Bir Çin'li yazar ise, "çağın önünde rüzgarlar eserken, aptallar duvar örmeye, akıllılar ise yel değirmeni dikmeye çalışır..." demektedir.

Genelde geleceğe yönelik çalışmalarda bulunan "fütürist" bilimadamları, dönüşen çağ karşısında toplumları "çağ direnişçisi" değil, "çağ yarışçısı" olmaya, "toz yutan" değil, "toz kaldıran ülke" haline gelmeye doğru yönlendirmektedirler. Politikacılar, "ölülerin ve delilerin değişmeyeceğini" belirtmekte, bir Fransız atasözü ise "değişmeyen liderler değil, onların heykelleridir" değerlemesi yapmaktadır.

Çok sayıda bilimadamı, ülkelerinin yeni vizyon sahibi olmasına ve geleceğinin planlanmasına katkıda bulunmaktadır. Özellikle bunlar arasında Paul Kennedy, Alvin ve Heidi Toffler, Peter Drucker, Stan Davis, Francis Fukuyama, Samuel Huntington, Lester Thurow, John Naisbitt, N. Negreponte, George Orwell ve benzerleri sayılabilir.

ABD'li fütürist Dr. Stan Davis, "Sanayi Çağı çoktan bitti, Bilgi Çağı'nın yarısı geride kaldı, üçüncü çeyreğini yaşamaktayız. Biyoteknoloji Çağı bile çoktan başladı" demektedir. Yazara göre, "tarımsal ekonomi binlerce yıl sürerken, sanayi çağı 200 yıl devam etmiştir, bilgi çağının ömrü ise 50 yıl olarak tespit edilmektedir."

Dr. Davis'e göre, "başta Türkiye olmak üzere birçok ülke için, 11 Eylül 2001 sonrası, çok sayıda fırsatların yaşandığı bir dönemdir. O'na göre, bu fırsatlar ülkelerin karşısına sık çıkmazlar ve bu fırsatlar birkaç yıl sürebilir. Toplumların karşısına aniden "stratejik" çok sayıda olanak çıkar, eğer bunları akıllıca kullanırsanız, toplumsal sıçramaları gerçekleştirebilirsiniz."

Yazara göre, tıp, sağlık, gıda ve ilaç yeni çağın belirleyici sektörleri olacaktır. Gerçekten, önümüzdeki 50 yıl için yapılan fütürist tahminler, insanların hayal gücünü aşan, günlük hayatta, eğitim, sağlık ve üretimde çok köklü yeniliklerin yaşanacağını göstermektedir.

ÜÇ DEVRİM VE "HARİKA YÜZYIL"

Kuşkusuz, her dönemecin içinde o dönemi tamamlayan çok sayıda daha küçük devrimler yaşanmıştır. Bilindiği gibi, insanlık tarihi bütün gelişimi boyunca "3 büyük devrim"den geçmiştir. Bu büyük dönüşümlerin başında sırasıyla "tarım devrimi", "sanayi devrimi" ve "bilgi devrimi" gelmektedir.

Aslında tarihsel gelişimi içinde, bugün yaşanan bilgi devrimini "beşinci bilgi devrimi" olarak niteleyen yazarlar da vardır. Birincisi, 6 bin yıl önce Mezopotamya'da yazının icad edilmesi; ikincisi, M.Ö. 1330 yılında Çin'de ilk yazılı kitabın oluşturulması; üçüncü devrim, 1450'de Gutenberg'in matbaayı icadı; dördüncüsü, XX. Yüzyıl'ın sonuna doğru ortaya çıkan bilgi teknolojisi; nihayet beşinci devrim, bilgi çağında önümüzdeki dönem yaşanacak yeni gelişmelerdir.

XVI. Yüzyıl ortalarında başlayan "Yeni Çağ", ilk önce insanoğluna yaşadığı gezegenin sınırlarını keşfetme hevesi vermiş, daha sonra düşünce düzeyinde ortaya çıkan ve Avrupa'da yaşanan "Aydınlanma Devri", insanların değer hükümlerini radikal bir biçimde değiştirmiştir.

İnsanlık tarihinde kuşkusuz "XX. Yüzyıl", en büyük değişimlerin yaşandığı, birçok yazara göre "harika bir yüzyıl"dır. Özellikle, yüzyılın son yarısı göz kamaştırıcı değişimlerin yaşandığı bir yarım asır olmuştur. Time dergisi, bu nedenle, yüzyılın adamı olarak, teknolojinin sembolü kabul ettiği Einstein'ı seçmiştir.

Bilim ve teknikte hızlı ve çarpıcı ilerlemeler yanında, yüzyılın çok sıkıntılı dönemleri de olmuştur. "Ardarda iki dünya savaşı, faşizm ve sosyalizmin kuramdan uygulamaya geçişi ve daha sonra derin bunalımı, üçüncü dünyanın ortaya çıkışı, Avrupa durgunlaşırken ABD'nin hegemonyasını kurması, küreselleşme, demokrasi ve insan haklarının öne çıkması, bölgesel çatışmalar, hep bu yüzyılda tartışılan konular olmuştur."

KÜRESELLEŞME VE "YENİ EKONOMİ"

Ekonomide ise, çağın dönüşümlerine uygun bir biçimde, küreselleşme ve bölgesel bütünleşmeler ile daha büyük "yeni ekonomiler"e doğru hızlı bir dönüşüm görülmektedir. "Hizmet sektörleri"nde işgücünün % 60'ların üzerine çıktığı bu yeni yapılar yanında NAFTA, ASEAN, AB, Şangay Beşlisi gibi daha büyük ekonomik bütünleşmelere doğru bir dönüşüm yaşanmaktadır.

Bütün bu süreçlerin temel noktalarını; dışa dönük ihraç ekonomileri, KOBİ'ler, rekabet gücü, elektronik ticaret, uluslardan daha büyük çokuluslu şirketlerin yükselişi, dünya ticaretine yeni düzenlemelerin getirilmesi, "çok taraflı yatırım anlaşmaları - MAI", uluslararası tahkim vb. alanlar oluşturmaktadır.

Kuşkusuz, ekonomiler yanında küresel dünyada şirketlerin de çok ciddi dönüşüm sorunları vardır. Aslında, ancak şirketler ve üretim süreçleri değiştikçe, toplumsal yapı dönüşecektir. "Değişim rüzgârları" karşısında, şirket örgüt yapılarının başarıya ulaşabilmesi için; işlerin, kurum kültürlerinin, vizyonların, teknolojilerin değişen yapılara en uygun şekilde sürekli olarak geliştirilmesi zorunlu bulunmaktadır.

Gerçekte temel sorun olarak, küreselleşmenin yeni ekonomik yapısıyla, yeni sosyal yapısını dengeye getirme konusunda çok fazla bir şeyin yapılmamış olmasını büyük bir eksiklik olarak değerlendirmek gerekir. Çağın gittikçe büyüyen bu dengesizliğine uluslararası kuruluşlar gerçekçi ve adil bir çözüm getirmelidir. Çünkü, bu dengesizlikler üçüncü bin yılda beraberinde husumet, nefret duygularını körükleyecek ve yeni bin yılda dünya barışını tehdit eden çok ciddi bir zıtlaşmaya dönüşecektir.

KÜRESELLEŞME'NİN FIRSATLARI : "ÜMİT BAHARI"

Aslında, "Endüstri Devrimi"nde ortaya çıkan koşullara benzer şekilde, Yeni Çağ'a dönüşürken de, karşımıza hızla artan gelir, katlamalı büyüme yanında genişleyen işsizlik, dış borçlar, düşük büyüme hızı, gittikçe bozulan gelir dağılımı, yoksulluk ve yoksunluk çıkmaktadır. Acaba bütün bu dönüşümler insanlık için daha mutlu bir gelecek hazırlamakta mıdır?

Bu gelişme süreçlerinde, "zengin ülkenin daha zengin, fakir ülkenin daha fakir" olduğu ifade edilmektedir. Bazı yazarların iddia ettiği gibi, "küreselleşme", her zaman ve her yerde bir "kazanım" olarak karşımıza çıkmamakta, "sürecin yararlananların yanında kaybedenleri de bulunduğu" görülmektedir. Kişiler, işletmeler, uluslar, bölgeler, küreselleşmeden farklı şekillerde etkilenmektedir. Bunun sonucunda, küreselleşmeye karşı "protestolar"ın, direnişlerin, sokak hareketlerinin şiddetlendiğini görüyoruz. Tamamen tersi yönde ise, aynı çağda hızla zenginleşen çok sayıda ülkeyi de tesbit ediyoruz. Kuşkusuz burada temel sorun, zenginliklerin kaynaklarını ve yollarını belirlemektir.

Küresel dönüşüm, toplumların önüne tarihin hiçbir döneminde rastlanmadık "fırsatları" çıkarmaktadır. Aslında, toplum yaşamında dönüşümleri gerçekleştiren teknolojidir. Günümüzde, "bilgi teknolojileri", beraberinde "küresel ekonomileri" de getirmiştir. Bu ekonomilerin en önemli özelliği, çok büyük bütünleşmelerle "geniş pazarlara kitlesel dışsatım" yapmalarıdır.
Özellikle teknolojide kaydedilen gelişmeler ve küresel ekonominin önündeki engellerin kaldırılmasıyla, gümrükleri bertaraf edilmiş, zorlukları ve engelleri temizlenmiş bir küresel dünya pazarı oluşmakta ve küresel ekonominin olanca hızıyla büyüdüğü ve genişlediği görülmektedir. Böyle bir ekonominin oluşmasına bilgi, iletişim ve ulaşım teknolojileri de büyük katkı yapmaktadırlar.

Bu ekonomi, beraberinde, rekabet gücünü, kaliteyi, düşük maliyet ve tüketici tatminini getirmekte, hızla yükselen çokuluslu şirketler ve uluslararası finans kuruluşlarının genişlemesi, birbirini tamamlayan halkalar halinde yeni dünyalar yaratmaktadır.

Sanayi Çağı'nın "en zengin" kişisi Brunei Sultanı iken, sadece bilgi satan, fabrikası, tarlası, bankası olmayan Bill Gates'in yüzyıllık firmaları geride bırakarak dünyanın en zengin kişisi olması, çağın en önemli özelliğini oluşturmaktadır. Türkiye'de de iletişim teknolojisine yatırım yapanların, geleneksel sanayicileri büyüklük olarak nasıl hızla geçtikleri de bilinmektedir.

Günümüzde toplumların gelişmişlik düzeyini "internet aboneliği" sayısı belirlemekte, çağın liderleri her okula, her sınıfa, her öğrenciye, her vatandaşa, her işçiye bir bilgisayar kampanyasıyla, tüm eğitim ve yaşamı "internet dünyası"na sokmaya çalışmaktadır.

Bir yandan hızla gelişen "elektronik ticaret", diğer yandan "sanal şirketler", dünyamızı doldurmakta, günlük yaşamımızın her alanında sağlıktan eğitime, savunmadan tüm üretim süreçlerine kadar her alanda bilgisayarların vazgeçilmez egemenliği hızla yayılmaktadır. Günümüzde, bilgi teknolojilerinin sağladığı zenginlikler sayesinde, en zengin 200 kişinin, 2,5 milyar insan kadar zengin olduğu, en zengin ve fakir ülke arasındaki farkın, 228 katına çıktığı, en zengin % 20'nin üretimin % 86'sına, en fakir % 20'sinin ise % 1'ine sahip olduğu görülmektedir.

New York'un bir gecede yaktığı elektriğin, neredeyse bir kıtada yanan elektriğe eşit olduğunu, Türkiye'de 25 milyon insanın ürettiği 180 milyar dolarlık GSMH'yi dünyada 400 - 500 bin işçiyle geçen 5 - 6 şirketin bulunduğunu, Hollanda'da 200 bin tarım çalışanının Türkiye'deki 11 milyon tarım çalışanı kadar ürün elde ettiğini görüyoruz. General Motors, Mitsubishi, Ford, GE ve Philip Morris'in herbirinin çok sayıda ülkeden daha çok zengin olduğu da herkesce bilinmektedir.

YENİ ÇAÄžDA "GELİRİNİ KATLAYANLAR"

Küreselleşme, genelde olumsuz yönleriyle, işsizlik ve yoksulluk boyutlarıyla anılırken, son otuz yılda, özellikle son on yılda küresel bilgi çağında büyümelerini ve gelirlerini birkaç katı artıran çok sayıda başarılı ülke örnekleriyle karşılaşıyoruz. Bu örneklerin birinci gurubunu Pasifik Kaplanları oluşturmaktadır. Özellikle Güney Kore, Tayvan, Tayland ve Singapur'un çok başarılı büyüme modelleri yanında, bu gruba belirli ölçülerde Vietnam, Malezya, Endonezya, hatta yazılım sektöründe kaydettiği başarısıyla Hindistan da katılabilir.

Kuzeyde Japonya tek başına XX. Yüzyıl'ın adeta mucizevi bir kalkınma örneğidir. Benzer şekilde Çin, siyasi bakımdan sosyalist olan rejimiyle ekonomik liberalizmi birleştiren bir "yeni model" oluşturarak dikkat çekici bir sıçrama yapmıştır. 35 sene önce 65 milyar dolar civarında olan toplam ulusal gelirini, 2000'lerde 1 trilyon doların üzerine çıkarma başarısı göstermiştir.

Siyasi bakımdan çağdışı olan bu ülkenin, G. Civaoğlu'na göre, ekonomik başarıları göz kamaştırıcı gözükmekte, bireysel geliri neredeyse 1.000 dolara yaklaşmış bulunmaktadır. Çin'in ulaştığı noktada, her yıl 19 milyon Çinli turistin dünyayı gezdiği ifade edilmektedir. Bu rakamın, yıllar boyunca giderek arttığı görülmektedir. Böylece Çin, uyguladığı "sosyalist pazar ekonomisi"ni, dünyaya açmaktadır. 2001'de tüm dünya ticareti daralırken Çin, % 7,3 büyüyerek bu büyüme hızıyla tüm gelişmiş ekonomilerin önüne geçmiştir.

Çin'in, ABD'nin Silikon Vadisi'ne benzer şekilde, çok sayıda "ileri teknoloji merkezleri" kurduğu görülmektedir. Uzmanlarca, Asya'nın "Sarı Devi"nin çoktan ayağa kalkıp, çağın önünde koştuğu belirtilmekte, sosyalist sistemin Rusya'da çökerken, Çin'de patlama yaptığı ifade edilmektedir.
Aslında, bu sıraladığımız ülkeler yanında, tüm ASEAN ülkelerini ekonomik krizlere rağmen küresel çağın başarılı örnekleri olarak sıralayabiliriz.

İkinci odak noktası, Doğu Avrupa Boğaları'dır. AB'ye tam üyelik sürecini yürüten bu ülkeler arasında, özellikle Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan önde gelen örnekler olarak büyük ölçüde AB standartlarına yaklaşmış gözükmektedir. Bir yandan yoğun bir yabancı sermaye, diğer yandan, bütün ekonomik ve siyasi yaşamdaki "yapısal reformlar", Avrupa Birliği'nin parasal ve teknik yardımları, bu ülkelerin hızlı gelişmelerinde çok önemli etken olmuştur.

İkinci gruptaki ülkelerde de ciddi reformlar gözlenmekte, Romanya ulusal bir sloganla, AB uzmanlarının da yardımıyla bütün ekonomik yapılarını değiştirmektedir. Bulgaristan, Mayıs 2001 tarihinden itibaren "serbest dolaşım"a geçen adaylardan biri olarak dikkat çekmektedir.
Genel olarak bakıldığında, AB'ye aday 12 ülkeden 8 - 9'unun daha önde gittiği gözlenmekte, ekonomik reformlar ve siyasi yeniden yapılanmalar bu toplumları her yıl biraz daha AB'ye yaklaştırmaktadır.

AB içinde dikkat çeken ülkeler arasında kuşkusuz en önemlisi İrlanda'dır. İrlanda son 10 yılda, M. Tamer'e göre, büyük kalkınma başarısını genelde dış yatırımcıların ayağına giden pazarlamacılarla gerçekleştirmiştir. Bu ülke, "Yabancı Sermaye Ajansı" kurarak, iç borç karşılığı isteğe bağlı KİT hissesi vererek iç borç yükünü azaltırken, özelleştirmeyi de hızlandırmıştır. Gerçekten İrlanda, dünyada en fazla yabancı sermaye çeken ülkelerin başındadır. Bunun tamamen tersi noktada ise Türkiye vardır. Gerçekten bu ülkede, toplam üretimin % 50'si ve toplam ihracatın % 80'i yabancı sermayeye aittir.

İrlanda, "vergileri düşürerek, eğitime yatırım yaparak, devleti şeffaflaştırarak, altyapıya gerekli yatırımı yaparak, elektrik ve telekomünikasyonu dünya fiyatlarına çekerek, kendi ülke işadamı için de cazip bir yatırım ortamı yaratmıştır. AB'ye yapılan yabancı sermayenin % 25'i İrlanda'ya yönelmiştir. Bu ülke, son 6 yılda % 9 büyüme hızı, % 4,3 işsizlik oranı, yüksek ücret ve verimlilik, 25 bin dolara çıkan birey başına gelir ve 70 milyar dolarlık ihracat yapan ekonomisi ile göz kamaştırmaktadır. Avrupa'da satılan bilgisayarların % 33'ü İrlanda malıdır ve Avrupa'da gerçekleştirilen elektronik sanayi yatırımlarının % 40'ı İrlanda'da yapılmıştır.

Nihayet son olarak sayılabilecek çok başarılı bir örnek, Amerika Birleşik Devletleri'dir. Yeni başkan seçiminden sonra görece bir duraklama sürecine ve 11 Eylül terörizmiyle ciddi bir gerilemeye giren ABD ekonomisi, küreselleşmenin gelişiminde "yeni ekonomisi" ile adeta "öncü bir rol" oynamış ve küreselleşmenin en başarılı örneklerini vermiştir.

Gerçekten, küreselleşmenin verdiği hızla, Başkan Clinton kendi dönemindeki 8 yıllık süre zarfında, 22,4 bin dolar olan birey başına GSMH'yi 33,8 bin dolara yükseltmiş, 22 milyon insana yeni iş yaratmış, işsizlik oranını % 4'lerin altına düşürmüş, enflasyonu % 2'lere indirmiş ve yıllardır kronik açık veren bütçeyi denkleştirmiştir. Kendi ifadesiyle, başkan seçilmesinden sonra bütün internetteki sayfa sayısı sadece 50 iken, onun döneminde bu sayfa sayısı 50 milyona çıkmıştır.

Özellikle, 11 Eylül'den sonra sadece ABD'de değil, dünyanın en gelişmiş ekonomilerinde de bir durgunluk gözlenmektedir. IMF'in hesaplamalarına göre, dünya büyüme hızı % 2,6'lara inmiştir. 2002'de ise, nispi bir düzelme beklenmekte, sırasıyla ABD'nin % 4,1, Japonya'nın % 0,2, Almanya'nın % 1,8, AB (EMU)'nin % 2,2, Çin'in % 7,1, gelişen ülkelerin % 5,3 büyüyeceği tahmin edilmektedir.

LİDER, "DEÄžİŞİMİN PUSULASIDIR"

Günümüz dünyasında yaşanılan değişimlerin devinim hızı öylesine artmıştır ki, gelinen noktada insanlık son 20 yılda son 2.000 yıldan daha fazla bir değişimle karşı karşıya kalmıştır. İnsanlığın bugün ulaşmış olduğu seviyede, tarihe damgasını vurmuş liderler ve kurumlar belirleyici ve etkileyici olmuştur. "Liderler adeta insanoğlunun uygarlık yolundaki pusula"sı rolünü oynamaktadır.
Günümüzde kitleler, "beni takip edin" (follow me) diyerek, toplumlarını yeni dünyalara götürecek liderlerin özlemiyle tutuşmaktadır. Liderlik, bir dönüşüm ve vizyon sorunudur. Günümüz dünyası, kendi toplumlarının "bahtını değiştiren," "yıldızları yakalayan" liderlerle doludur. Örneğin İngiltere'de Blair, Almanya'da Kohl ve Schröder, İspanya'da Gonzales, Fransa'da Chirac ve Jospin, Polonya'da Walesa, Çek Cumhuriyeti'nde Havel ve ABD'de Clinton bunun canlı örneklerinden bazılarıdır.
İngiltere'nin, birbiri peşisıra gelen Thatcher, Major ve Blair gibi liderleri sayesinde yüzyılın sonuna doğru yatırımlarını % 36, prodüktivitesini % 2 artırdığı, işsizliğini % 4,2'lere düşürdüğü ve İngiltere'nin tarihte ilk defa tam istihdama doğru yol aldığını görüyoruz. Büyüme hedefleri 2002 için % 2,5 olarak belirlenirken, bütçenin 35 milyar dolar fazla vermesi beklenmektedir.

İngiltere, gelecek yüzyıldaki hedefini belirlemiş, bunun "fakirlikle mücadele, daha iyi okul, daha iyi hastane ve tam istihdam" olduğunu vurgulamıştır. Blair, yaptığı bir konuşmada, "bir ülkenin XXI. Yüzyıl'da nelere ihtiyacı olduğunu biliyoruz: Bilgi temelli bir ekonomi, güçlü bir sivil toplum, dünyada kendine güven duyduğu bir yer. Bunu sağlayan ülke geleceğine hakim olur, bunu başaramayan geleceğin kurbanı olur." "XVIII. Yüzyıl'da esas servetimiz "toprak"tı. XIX ve XX. Yüzyıllar'da "fabrikalar" ve "sermaye". Şimdi ise "insanlar". Yeteneklerini, potansiyellerini değerlendirme özgörlüğünü verdiğimiz her kişi, ulusal servete katkıda bulunur," demektedir.

Bu liderler arasında kuşkusuz toplumuna çağ atlatan en güçlü örnek, ülkesi için "nimet adam" olan Atatürk'tür. Yeni çağa tüm fikirleriyle birlikte giren adeta yegâne liderdir. Böylece Türkler, Atatürk ile adeta "anka kuşu" gibi kendi küllerinden yeniden doğmuşlardır.

LİDER - VİZYON - DEÄžİŞİM

"İnsanları özel ve de ortak bir hedefe doğru yönlendirebilen, heyecanlandırabilen, vizyona doğru harekete geçirebilen, sıra dışı hale getirebilen kişi liderdir. Liderde aranan en önemli vasıf, hiç kuşkusuz insanları bir vizyon doğrultusunda ortak hedeflere yöneltebilmektir." Bir orkestra şefi olan B. Zander'in ifadesiyle, "tepede uçan kartallar için tarlaları çevreleyen çitler ve duvarlar bir şey ifade etmez. Çitler ve duvarlar, sadece inekler ve koyunlar içindir." "İnsanlar doğar, bazı kalıpların, kutuların içine girer, hayat boyu bu kalıplardan ve kutuların içinden çıkamaz. Kuşkusuz, ulusları bu kutuların içinden çıkaracak olan, vizyon sahibi liderlerdir."

Günümüzün ünlü yönetim gurularından G. Hamel'e göre, "büyük fikirleri olmayan liderlere sahip bulunmayan şirketler ve ülkeler kaybetmeye mahkumdur." Bu bakımdan liderin, toplumun gerisinde değil, birkaç on yıl ötesinde bir vizyona sahip olması, toplumun kaderinin değişimi bakımından çok önemlidir.

"Üçüncü bin yılın küresel dünyasının öngördüğü "yeni liderlik modeli" şudur: Vizyonu, tutkuları ve heyecan verici amaçları olan, sürekli ileriye bakan, yeni fırsatları saptayan, "topun olduğu değil, olacağı yeri öngörerek" oraya doğru koşmaya başlayan, kişilerin gelecekteki gereksinimlerini algılayabilen, kâşif, öncü bir profil." "Bu dinamik profilin enerjisinin, takım ruhuna yansıması da beklenmelidir."

"Genel olarak, liderler olarak nitelendirilen bu insanların ortak bir özelliği, hepsinin bir "vizyona" bir "iddiaya" sahip olmalarıdır. Vizyon, hayata karşı bir meydan okumadır. Savaşçı bir ruhun ifadesidir. Hayat risklerle doludur, ancak bu riskler göze alınabilmelidir. Yöneticilik bir bilim ve sanat, liderlik bir vasıftır. Lider bir vizyon sunar, yönetici bir ilke oluşturur. Yöneticiler gerekli, liderler ise vazgeçilmezdir."

"Liderlik, kaba güçten farklı olarak, güven gerektirir. Bu güvenle, kitleleri sadece bilinmeyene değil, serüvenlerle dolu bir geleceğe taşımak mümkündür. Max Weber'den başlayarak kuramcılar, büyük liderleri anlamanın kilit noktasının "karizma" olduğunu söylemişlerdir."

Böylece, liderin iki temel özelliği belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır: "Güven verici" ve "karizmatik" olmak. Bu özelliklere sahip lider, ülkenin "tarihini ve talihini" değiştirir ve "talihi' "gerçek" yapar. Önemli olan, geleceğin merdivenlerinden çıkarken olanakları sezmek ve engelleri nasıl kendi lehimize çevireceğimizin hesaplarını yapmaktır. Çağdaş lider, hayallerimizi ve vizyonumuzu hayata geçirebilmemiz için "yönlendiren ve ateşleyen" insandır. Bu değerlere bir de "ahlâklı olmayı" ilave edebiliriz. Bunca dünya tecrübesinden sonra bu faktörü özellikle gelişen dünyada önemle vurgulamak gerekir.

SOSYAL BOYUT : "FORDİST - TAYLORİST SİSTEM"İN SONU

Sosyal alandaki yeni tartışma gündemleri ise, hiç kuşkusuz teknolojik ve ekonomik dönüşümlerin bağlı değişkenleri olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece Fordist - Taylorist dönemin "mavi yakalı", tam süreli çalışan yarı vasıflı, genellikle erkek olan fabrika işçisi tipi yerine, "kısmi süreli" olarak hizmet ve bilgi sektörlerinde çalışan "beyaz ve pembe yakalı", ileri derecede vasıfları yüksek, "atipik istihdam"da bulunan ve büyük oranlarda kadınlardan oluşan işçileri almakta, sendikacılık ve toplu pazarlıkta yepyeni eğilimlerle tüm "Endüstri İlişkileri Sistemleri"nin boyutları değişmektedir.
Kuşkusuz bu oluşumlar, beraberinde rekabet gücü faktörüne dayalı olarak "kirli rekabet", "sosyal damping", "enformel ekonomi" ve "enformel istihdam", "atipik çalışma", "esneklik", "özelleştirme", "alt - işveren", "yeni üretim ve yönetim teknikleri", "kalite", "verimlilik", "çıkar ortaklığına dönüşmüş ve diyaloglara dayalı yeni işçi - işveren ilişkileri" tartışmalarını da getirmektedir.

Bu faktörler gözününde tutulduğunda, günümüzde gelişmiş Batı ekonomilerinin temel sorunu, eski dönemin yarı vasıflı işçilerini, yeni bilgi çağının işçilerine dönüştürmekte ortaya çıkmaktadır. Böylece, "geleneksel işçi" tipinde görülen ve süreklilik kazanan "işsizliğe" karşın, bilgi çağının talep ettiği "bilgi işçileri"ni yeterli ölçüde sağlayamamaktan doğan "işgücü açıkları" birlikte yaşanmaktadır. Görülebilir bir gelecekte, geleneksel işsizlikle bilgi işçileri açığı bir arada gidecek gözükmektedir.

Diğer yandan, küreselleşen dünyamızda özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra "yeni yönetim modelleri" ekonomik dönüşümlerle uyumlu bir nitelik göstermiş, ulusal ekonomilerin dış pazarlara yönelmesini daha da hızlandırmıştır. Savaş sonrasının çok önemli altın anahtarlarından birisi, "verimliliğin artırılması" olmuştur. Bozuk örgüt yapıları, finansman, hammadde ve enerji sıkıntıları, geri bir teknoloji ve benzeri faktörler işletmelerin verimliliğini önemli ölçüde olumsuz yönde etkilemektedir.

"Ücret - dışı maliyetlerin azaltılması," günümüze değin çok tartışılan bir alanı oluşturmaktadır. Zaman içinde bir "istihdam vergisi"ne dönüşen, ücret - dışı ödemeler, bir yandan maliyetleri artırmakta, diğer yandan ise istihdam genişlemesini sınırlamaktadır.

Sorunlarla dolu olarak geçmiş yüzyılda özellikle son dönemde sosyal sorunlarının çoğunu çözmede, her seviyede artan "diyalog"dan yararlanılmıştır ve bu konu halen güncelliğini artırarak korumaktadır. Gerçekten, uluslararası deneyimler, sosyal diyaloğa dayalı "Barışçı Endüstri İlişkiler Sistemi"ne sahip ülkelerin çok daha hızlı ekonomik ve sosyal gelişme kaydettiklerinin örnekleriyle doludur.

"YENİ ÇAÄž"IN ÇELİŞKİLERİ

Dikkatleri çeken husus, bu dönüşümlerin temelinde hiç kuşkusuz yapısal bazı "çelişkiler"in yattığıdır. Özellikle sosyal alanda yeni çağ, politikacıların ve sosyal bilimcilerin önüne; sosyal devlet - liberal devlet, istihdam - işsizlik, artan refah - bozulan gelir dağılımı ve artan yoksulluk, geleneksel refah devleti - sosyal güvenliğin yeniden yapılanması, iş mücadeleleri - sosyal diyalog ve uzlaşma, Fordist üretim - bütünsel kalite yönetimi, iş güvencesi - işyeri güvencesi ve istihdam edilebilirlik, geleneksel mavi yakalı işçiler - beyaz yakalı bilgi işçileri, büyük işletmeler - KOBİ'ler, süresi belirli hizmet akdi - atipik istihdam ve benzer şekildeki çok sayıda çelişkiyi getirmektedir.

Burada temel sorunlardan birisi şudur: Acaba "çağdaş çalışma normları" ile "rekabet gücü" arasında üstesinden gelinemeyecek bir çelişki mi mevcuttur? Küreselleşme her zaman ve her yerde, sonuç itibariyle bize işsizlik ve daha korumasız bir çalışma yaşamı mı getirmektedir? Batı Avrupa örneğinde yaşanan küreselleşme ve işsizliğin artışı, gelir dağılımının bozuluşu, küresel dünyanın sosyal normları yüksek toplumları için kaçınılmaz bir ceza mıdır? Çalışma normlarının korunmasıyla rekabet gücünün korunması ve artırılması bir arada sürdürülemeyecek, birbirine ters düşen alanlar mıdır? Bu ve benzeri soruları daha da artırmak mümkündür.

Kullanış amacına, düzenleniş biçimine, tarafların bakış açılarına ve çağın koşullarına göre, bunların hepsi çok faydalı veya sakıncalı yaklaşımlar olabilir. Fordist - Taylorist dönemin 200 yılı aşan kurumları, değerleri, güvenceleri, kuşkusuz küresel gelişmelerle sarsılmakta, bu dönüşümler yeni koşulları, yeni düzenlemeleri, yeni bakış açılarını zorunlu kılmaktadır. Burada hüner, emeğe yönelik çağdaş değerleri kaybetmeden, çalışma ve yaşam standartlarını düşürmeden, sağlıklı çözümler üretmektir. Hiç kuşkusuz, çalışanlar için, büyümesi, geliri ve istihdamı hızla genişleyen bir ekonomiden daha güvenceli bir çalışma dünyası düşünülemez.

Aslında Batı Avrupa, günümüzde bu dönüşümlere ve çelişkilere çok sağlıklı çözümler üretmektedir. Özellikle, asrın sonuna yaklaşırken, geleneksel çalışma kurum ve süreçlerinden birçoğu yeniden yapılandırılarak yaşatılırken, Avrupa'nın çağa uymayan ekonomileri, kendilerini yeni koşullarla bütünleştirmekte, işsizlik ve enflasyon düşerken, büyüme hızlanmakta, çalışma normlarının birçoğunda dönüşümler yaşanmaktadır.

ÇALIŞMA DÜNYASININ GÜNDEMİ : KÜRESEL EKONOMİDE "ÇALIŞMA STANDARTLARI"

Eğer Batı dünyasında kurum ve kuruluşların "gündemler"ine ve üzerinde "çalıştıkları konular"a bakarsak, hem dönüşümü nasıl gerçekleştirdiklerini, hem de dönüşümün yönünü nasıl belirlediklerini açık bir şekilde görebiliriz. Bu doğrultuda faaliyette bulunan kurumlardan "Uluslararası Endüstri İlişkileri Derneği" (IIRA)'nin 2001'de Oslo'da yaptığı "VI. Avrupa Kongresi"ne bakıldığında, temel konu olarak "Çalışan Avrupa: Vizyonlar ve Gerçekler" alanının seçilmiş olduğunu ve temel perspektif olarak "Değişen Avrupa'da Sosyal Ortaklar Arasındaki Diyalog" konusunun incelendiği görülecektir.

IIRA'nın Haziran 2002'de Kanada'da düzenleyeceği Kongre'de ise; serbest ticaret bölgelerinde hükümetler çalışma standartlarını nasıl koruyabilir? Ticari anlaşmalarda çalışma standartları nasıl güvenceye alınabilir? Bölgesel ticaret anlaşmalarında çalışma hakları nasıl korunabilir? Küresel kapitalizm çağında sendikaların yeniden keşfedilmesi ve NAFTA tecrübesi gibi konulara yer verilecektir.

IIRA'nın 2003 yılında Berlin'de düzenlemeyi planladığı "13. Dünya Kongresi"nde ise, "Geleneksel İstihdamın Ötesi: Network Ekonomisinde Endüstri İlişkileri" konusu ele alınacaktır.
Endüstri İlişkileri alanında yayın yapan bazı kuruluşlar, son yıllarda "İş Yaratma ve İş Hukuku: Korumadan Öngörmeye", "Avrupa Modeli Endüstri İlişkilerine Doğru" konularında kitaplar yayınlamaktadır.

AB'nin 2000 - 2005 yılları arasını kapsayan, "Avrupa Sosyal Politikası"nın gündeminde olan konular ise; daha iyi ve daha fazla istihdam fırsatları yaratılması, değişimin sezinlenmesi ve yönetilmesi, yeni çalışma koşullarının gerçekleştirilmesi, bilgi toplumunun potansiyelinin araştırılması, mobilitenin hızlandırılması, sosyal korumanın modernleşmesi ve geliştirilmesi, sosyal katılımın teşviki, cinsiyet eşitliğinin güçlendirilmesi, temel hakların geliştirilmesi, ayrımcılıkla mücadele edilmesi, genişlemeye hazırlık yapılması, uluslararası işbirliğinin teşviki, sosyal katılımın güçlendirilmesi, olarak öngörülmüştür.

Küresel gelişmeler çerçevesinde, 1999 Seattle "Dünya Ticaret Örgütü - DTÖ" Bakanlar Toplantısı'nın ardından, uluslararası ticaret ve yatırım ilişkilerini düzenleyen kuralları ele almak üzere 2000 yılından itibaren "Millennium Round" olarak adlandırılan yeni bir müzakere süreci başlatılmıştır. Bu çerçevede,

• Eylül 1996'dan bu yana UÇÖ'nün "7 Temel Sözleşmesi"nin 112 ülke tarafından onaylandığı, birkaç yıl zarfında 70 yeni onayın daha beklendiği belirlenmiştir.
• Haziran 1998'de UÇÖ'nün kabul ettiği "İşyerlerinde Temel Hak ve İlkeler Deklarasyonu"nun tüm ülkeler için geçerli olduğu dikkate alınarak, UÇÖ'nün bu konuda incelemeler yapması benimsenmiştir.

Kuşkusuz UÇÖ'nün kabul ettiği "Sosyal Hükümler", 1998'de ilan ettiği ve uygulamaya koyduğu "Temel Haklar ve İlkeler Bildirgesi" ile 1996 - 1999 yıllarında düzenlediği "Girişimci Forumu", küresel dünya ticaretine "uluslararası sosyal boyut" getirmeyi amaçlayan girişimler olmuştur.
Princeton Üniversitesi, Endüstri İlişkileri alanında 2000'lerin en önemli yayınları arasında, "Yeni Ekonominin Sürdürülmesi: Bilgi Çağında Toplum, Aile ve Çalışma", "Daha Etkin Sendikaların Oluşturulması", "Yükselen Ücret Adaletsizliği", "Uluslararası Ticaretin Ücretler Üzerine Etkisi", "Gelişmiş Ülkelerde Genç İşsizliği" çalışmalarını göstermektedir.

II. TÜRKİYE : BOŞA GEÇEN YILLAR

CUMHURİYET'LE GELEN BÜYÜK DEVRİM, ZAYIF EKONOMİK GELİŞME

Tarihsel perspektiften bakıldığında, Türklerin tarihin kıvrımlarında ortaya çıkan büyük dönüşümleri yeterli ölçüde takip edemediği gözlenecektir. Bunlar arasında sayılabilecek Tarım Devrimi, Rönesans, Sanayi Devrimi, matbaanın icadı, teknolojik yenilikler ve benzeri dönüşümleri Türkiye ya atlamış veya çok büyük gecikmeyle takip edebilmiştir.

Birçok yazara göre, Anadolu'da sürmüş olan bin yıllık tarihimizde gösterdiğimiz toplumsal özelliklerimizin, köylü - bürokrat - asker olarak yaşadığımız yaşam biçimlerinin ilk defa son 50 senede, özellikle son 30 senede değişebildiği görülmektedir. Gerçekten bin yıllık "halkının köylü, devletinin bürokrat" geçmişini oluşturduğu otoriter din, devlet anlayışı ve resmi ideoloji artık sorgulanmaya başlanmaktadır.

Genelde Türkler'in, katma değeri düşük, zenginliklere yönelmeyen iktisadi faaliyet dallarında çalıştıkları gözlenmekte; Cumhuriyet dönemi başladığında harap bir vatan, gelişme için yetersiz insan kaynakları, sakat, yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan bir nüfus, verem ve sıtmanın kırıp geçirdiği ciddi sağlık sorunları yaşayan bir toplum, ayrıca Osmanlı borçlarının yüklerini çeken, sermaye ve girişim gücünün mevcut olmadığı bir sosyo - ekonomik yapının devralındığını görüyoruz. Gecikmeli bir şekilde, 1980'lerden sonra ilk defa kentli nüfus oranının köylü nüfus oranının üzerine çıktığını ve ilk defa kentli nüfusa geçişle yapısal dönüşümlerin başladığını tespit ediyoruz.
Türkiye'nin ekonomi tarihini ise kısaca şöyle özetleyebiliriz: Beraberinde ekonomik kıpırdanmayı getirmeyen "İzmir İktisat Kongresi", ancak 1934'lerle başlayan "devlet eliyle sanayileşme" çabaları, 1950'lerde şeker ve çimento sanayileriyle gelişen "zayıf bir girişimcilik". 1960'ların plancılığı ve "ithal ikamesi politikalar" ancak 1980'lerde Özal ile "piyasa ve dışa açık" ekonomilere dönüşebilmiştir. 2000'lerden sonra ise doğal afet, kriz ve borç ekonomileri, ancak IMF'nin ön plana çıktığı politikalarla sürdürülmeye başlanmıştır. Sonuç itibariyle, Cumhuriyet döneminin görkemli siyasal, sosyal ve hukuki dönüşümleri, ne yazık ki aynı nitelikte bir atılımla ekonomide gerçekleşmemiştir.
Cumhuriyet döneminde, "Atatürk devrimleri" ile, toplumun köklü bir biçimde çağa doğru "büyük bir dönüşüm" yaşamasına karşın, takip eden dönemin her yirmi yılı ise farklı sorunlara sahne olmuştur. Örneğin 1940 - 60 dönemi'nde kısır siyasi çekişmeler, ikinci yirmi yılda ideolojik çalkantılar, son yirmi yılda ise kayıtdışı, çete, mafya ekonomisi, Türkiye'nin gelişiminin önündeki engelleri oluşturmuştur.

Bir başka değerlemeye göre ise, Cumhuriyet tarihimizde 3 reform yapılmış; Atatürk, "Devlet ve Cumhuriyet" temelleri ile ilgili devrimleri yaparken, İnönü, "demokrasi" ve Turgut Özal da "serbest piyasa ekonomisi" dönüşümlerini gerçekleştirmiştir.

Ayrıca, topluma maddi ve manevi büyük kayıplar verdiren güneydoğu terörü, yaşanan ekonomik krizler, doğal afetler, ekonomik ve sosyal gelişmeyi dikkati çekecek biçimde yavaşlatmıştır. Böylece, toplum 2000'li yıllara bıkkın, özlemleri bir türlü gerçekleşmeyen, yoksul, krizlerden yorgun düşmüş, Batılı komşularına gıpta eden duygularla girmiştir. Toplumun tüm kesimlerinde silkinip zenginleşmek, kuşkusuz çağa uygun özgür ve onurlu bir yaşama kavuşmak ümitleri vardır. Türkiye, neden son 60 yılı, özellikle son 10 yılı yeterli bir sıçrama ve büyüme yapmadan geçirmiştir yargısı, sorgulanmaktadır.

Örneğin, Japonya ve Türkiye "Meiji Reformu" ve "Tanzimat Fermanı" ile hemen hemen aynı zamanda modernleşme yoluna giren ülkelerdir. Ne var ki bugün geldikleri nokta, 40 bin dolarla 2.500 dolar arasındaki fark kadar büyüktür. Devlet adamı M. Turgut'un "Japon Mucizesi ve Türkiye" eserinde bu farkların nedenleri araştırılmaktadır. İlk akla gelen, eğitim ve kültür farkıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, imparator, yaptığı çağrıda, "bütün gücünüzü geleceği kurmak için birleştirin... Ancak bu şekilde, imparatorluğun ihtişamını büyütebilir ve dünyanın gelişimine ayak uydurabilirsiniz" demiştir.

Japon modelinin temelinde "bilim, teknoloji ve disiplinli çalışma" vardır. Geleneksel ataerkil "itaat kültürü", sanayileşme için seferber edilmiştir. Esas olarak, Japonya "Batı'yı tüketimde değil, adeta üretimde taklit" etmiştir. Halbuki, Türk modelinde tüketim tercihleri ön planda gelmiştir. Yazarın deyimiyle Japonlar, "kendi insanlarını, kendi değerleri içerisinde yenilemek idraki içerisinde" olmuşlardır.

SON ON YILIN DRAMI : "ÜRETMEDEN TÜKETMEK" VE "BORÇLANMAK"

B. Eczacıbaşı, TÜSİAD'ın Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada, 1990'ları "ekonomik gelişme süreci açısından kaybedilmiş bir dönem" olarak nitelemiştir. Eczacıbaşı'nın verilerine göre, son 50 yılda % 5,2'lik bir büyüme hızı ortalaması yakalayan Türkiye ekonomisi, 1990'larda ancak % 3,9'luk bir ortalama büyümeyi tutturabilmiştir.

Aynı dönemde gelişmekte olan ülkelerde ortalama büyüme hızı % 5,5'i, gelişmekte olan Asya ülkelerinin büyüme hızı ise % 7,3'ü bulmuştur. Son 10 yılda Türkiye'de toptan eşya fiyatlarında ortalama artış % 72 olmuş, Türkiye enflasyonda dünya şampiyonluğuna oynarken, reel faizler % 20 - 30 aralığında seyretmiştir."

Ayrıca, 10 yılda 9 hükümet kurulup bozulmuştur. Bu rakamsal gelişmelerin sonucu olarak, işadamı, "sorunları biriktiren, çözümleri erteleyen, istikrarsızlık süreci sonunda 1990'ların kaybedildiğini açıkça ortaya koymaktadır" demektedir.

Yapılan mukayeseli hesaplara göre, Türkiye'nin GSMH'sı 1990 - 99 döneminde sadece 215 dolar artırılabilmiştir. 10 yılda dünyada en yüksek artışı gerçekleştirenler ise, sırasıyla 16.678 dolarla Lüksemburg, 15.592 dolarla İrlanda, 10.333 dolarla Japonya; gelişenler arasında 3.906 dolarla Yunanistan, 3.176 dolarla Arjantin, 2.468 dolarla Polonya, 2.359 dolarla Güney Kore vb. ülkeler olmuştur.

ABD'nin toplam GSYİH'nın % 10'unu New York üretmektedir. Bunun anlamı, 600 milyar dolardır. Bu da basit bir hesapla, Türkiye'nin GSYİH'sının yaklaşık hemen hemen 4 katına yaklaşmaktadır.
Aynı 10 yıllık dönemde, toplam olarak yüzde kaç oranında büyüdüğümüze bakacak olursak, sırasıyla, % olarak Polonya'nın 159,5, İrlanda'nın 135,6, Çin'in 135,5, Arjantin'in 73,1, Yunanistan'ın 47,5, ABD'nin 44, Japonya'nın 43, G. Kore'nin 40, Tayland'ın 29,3, Pakistan'ın 24, Hindistan'ın 21,9, Mısır'ın 12,2, Türkiye'nin ise sadece % 8 büyüdüğü görülecektir. Diğer bir deyişle, her yıl % 1'den az bir büyüme. Bu hesaba kuşkusuz son 2 yıldaki krizler, devalüasyon ve benzeri olumsuz göstergeler dahil değildir. Böylece, Türkiye son 10 yılı büyüme bakımından bütünüyle boşa geçirmiştir.

2001 İnsani Gelişme Raporu'na göre, Türkiye 162 ülke arasında 82'nci sırada bulunmaktadır. Bu rapor, ekonomik performans, bireylerin güvenliği, kadın ve erkek eşitliği, insan ve çalışan hakları vb. çok sayıda kritere bağlı olarak saptanmaktadır. "Gelişmişlik Endeksi" açısından, en zayıf halkanın da bilgi alanı olduğu gözlenmektedir.

Dünya Ekonomik Forumu'nun "Gelecek İçin Hazır Olma" konulu raporunda ise, Türkiye geleceğe en az hazır ülkeler arasında yer almaktadır. Türkiye'nin göreceli üstünlükleri arasında, genç nüfus, büyüme potansiyeli; zayıflıkları olarak ise, gelir dağılımı, eğitim, medeni haklar sıralanmıştır.
Özellikle son 20 senede, "toplumsal değerler"de de büyük bir yozlaşma yaşanmış, toplumsal tercihler bilim, hukuk, akıl ve emek yerine "paranın egemen olduğu" "köşe dönmeci bir zihniyet"e dayandırılmıştır. Gelinen noktada 2001 için küçülme % - 6,1, enflasyon % 54,4'dür. 2002 yılında büyümenin % 4'lere çıkması, enflasyonun % 40'lara inmesi beklenmektedir. Sonuçta, küçülme beklenenden daha şiddetli, büyüme ise daha yavaş olmuştur.

Son 10 yılın değerlemesinde, Yunanistan ile yapılan bir karşılaştırmada, 1993 yılından bu yana, 7 yılda Yunanistan halkının refahının % 70 dolayında arttığı ve 12 bin dolarlara çıktığı hesaplanmaktadır. Buna karşın, Türkiye'de kişi başına gelir son 7 yılda 3 bin dolarlardan 2.800 dolarlara gerilemiştir. Diğer bir deyişle, Türk halkı geçen 7 yıl boyunca fakirlikten kurtulamazken ve komşusu Yunanistan 7 yıl önce Türk halkından 2,3 kat zenginken, 7 yıl sonra 4,2 kat daha zengin hale gelmiştir.

G. Uras tarafından yapılan hesaplara göre, "Türkiye harikalar yaratıp, kişi başına geliri her yıl % 10 artırsa, 20 yıl sonra kişi başı gelirimiz 19,3 bin dolara çıkarken, Yunanistan'ın % 4 büyümesi ile aynı tarihte 26,2 bin dolara ulaşacağı, 2020'lerde iki ülke arasındaki farkın gene de kapanmayacağı" anlaşılmaktadır.

AB ülkelerinde ulusal gelir 20 - 25 bin dolarlarda seyrederken, özellikle Türkiye'nin deprem ve ekonomik krizlerin ardından daha da fakirleşmesi dikkat çekici bir çelişki oluşturmaktadır. Özellikle son yıllarda dünyada birçok ülke küreselleşmenin nimetleri'nden yararlanarak hızla kalkınırken, Türkiye'nin, ekonomik gelişme açısından "başarısız bir performans" gösterdiği anlaşılmaktadır.
Böylece, son yıllarla ilgili yapılan bütün hesaplamalarda, gerek ulusal toplam gayri safi milli hasıla, gerek bireysel gelir, gerekse enflasyon dikkati çekici bir gelişme göstermezken, buna karşın ortalama döviz kuru çok hızla artmış, ithalat ve ihracattaki gelişmeler sınırlı kalmış, dış borçlar büyümüş, faizler yükselmiş ve bütçe açığı genişlemiştir.

TÜRKİYE "ÇAÄžA YENİK Mİ DÜŞECEK"?

Bir yazarın deyimiyle, "Türkiye zamana yenik mi düşecek? Yoksa çağı yakalayacak mı? Tarih Türkiye'yi sollayıp geçecek mi? Yoksa Türkiye şunu söyleyebilecek mi?" "Zamana yenik düşmedim, çünkü gözlerimi ileri diktim, geleceği geçmişte yaşamak istemiyorum, sıradan bir ülke olmayacağım, yarını güzel yaşamak için kendimi yeniledim..." Gerçekten, köklerini çağdaş dönüşümlerden alan bir yeniden uyanışın Türk toplumunda geçerli olması zorunlu gözükmektedir. Özellikle yeni bin yılın başında bu "köylü - esnaf toplumun" bir rönesans ile "yeniden uyanış"ına tanıklık etmek gerçekleşmeyecek bir rüya olmamalıdır.

Bunun için temelde, Romanya'nın söylediği gibi, "AB tam üyeliğinde sırtımızı duvara dayadık, Baragan Ovası'nı dikenler basmayacak, Drakula'yı şatosuna hapsedeceğiz." Bu, çağdışı inançlardan sıyrılıp, çağdaş yaşama koşmak demektir. Türkiye, AB tam üyeliğinin, petrol ve doğalgaz fırsatlarının, yurtdışındaki göçmen girişimcilerin, müteahhitlik hizmetlerinin, turizmin ve benzeri gelişmelerin açtığı ufuklardan, nüfus artışımızdaki dikkati çekici düşmenin de sağladığı olanaklardan yararlanarak, "yerinde sayan toplum" yapısını yeni ufuklara taşıyacak mıdır?

Bu hususta umut verici kıpırdanmalar başlamıştır. Gerçekten Türk müteahhit firmalarının Balkanlar, Arap dünyası, Rusya ve Avrupa'daki başarısı, dikkat çekicidir. Batı Avrupa'da 47 bin "Türk girişimcisi", bulundukları ülkede üretimde bulunmakta ve istihdam yaratmaktadır. Yanlış yatırımlarına rağmen, nitelikli KOBİ'lerin ihracattaki başarıları göz kamaştırmaktadır. Özellikle, KOBİ'ler bir yandan ihracat yoluyla geliri, diğer yandan yoğun emek kullanımı yoluyla yurtiçi istihdam hacmini hızla artırmak suretiyle adeta "bir taşla iki kuş" vurmaktadırlar. Petrol boru hattı, Türk Cumhuriyetleri, KEİB ve benzeri ilişkiler, çok boyutlu ekonomik fırsatlar yaratmaktadır.
Ancak, gerçeği söylemek gerekirse, 2000'lerden bu yana yapılan reformların büyük ölçüde AB'nin ve IMF'nin zorlamalarıyla gerçekleştirildiği de unutulmamalıdır. Bu, Türk politikasının, reformları yapmak üzere kurumsal olarak yeterli ölçüde organize ve motive olmadığının, vizyonunun da daha açık ve berrak hale gelmediğinin de önemli bir işaretidir.

Bugün bütün Balkanlar'da, Avrupa'nın nisbeten fakir ülkelerinde, bakanlıkların, üniversitelerin, meslek kuruluşlarının, yani tüm örgütlerin ışıkları sabahlara kadar yanmakta ve bütün bu kuruluşlar, Birlik uzmanlarının da yardımıyla "AB bayrağındaki yıldızları yakalamaya" ve tam üye olmaya koşmaktadırlar.

ÇAÄžA AÇIK SOSYAL YAPI

Cihan imparatorlukları kurmuş, esas itibariyle feodalizmden geçmemiş, sosyal mobilitesi yüksek, yeniliklere açık, insan sevgisiyle dolu, çağdaş değerleri geleneksel yapı özellikleri olarak taşıyan böyle bir toplumun hızlı dönüşümler yapmaması için ortada ciddi bir neden yoktur. Aslında Mevlana'dan Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Karacaoğlan ve Aşık Veysel'e uzanan "Anadolu Hümanizması", teknolojilerin yaratıcısı olduğu Bilgi Çağı'na bir insancıl derinlik, yumuşaklık ve sıcaklık getirmektedir.

XIX. Yüzyıl'a doğru, 1855'lerde Osmanlı İmparatorluğu'nun Kanunnameler'le köleliği yasaklaması, modernleşme hareketini başlatması, Arap dünyasının Osmanlı'ya karşı isyanına neden olmuştur. T. Akyol'a göre, "Türklerin müslümanlığında devlet ve hukuk geleneğinin, hoşgörülü tasavvufun, değişik hayat tarzlarına açık imparatorluk çoğulculuğunun ve kentliliğin rolü büyüktür."
Gerçekten, bedevilik yaşamı büyük ölçüde köleliğe dayanırken, Osmanlı göçebeliği kaldırmış ve köleliği hiçbir zaman üretim aracı yapmamıştır. Bu nedenle, bir değerlemeye göre, bütün yenileşme hareketlerinde genelde Arap dünyası Türkleri dine ihanetle suçlamıştır.

Bu duruma işaretle, bir yazar "İslam Rönesansı" arayanlar Mevlana'ya koşuyor, çünkü tüm dünyada "ne olursan ol, yine de gel" diyerek dil, din, ırk, cins ayrımı yapmadan bütün insanlığa barış ve umut vaadeden Mevlana gibi evrensel bir bilge yoktur. Küresel dünyanın da üçüncü bin yılda koşacağı herhalde böyle bir bilge kişi olsa gerektir, demektedir.

İslam'da Rönesans olur mu tartışmalarının yaşandığı ülkemizde, bir bilim adamı, çok haklı olarak; "hem demokrasi, hem dine dayalı yönetim birbiriyle bağdaşmaz. Dolayısıyla, demokrasi olursa, laik olmak zorundayız. Bunun sonucu olarak ise, dinin topluma ait kurallarını askıya alarak vicdanlarla sınırlıyorsak, bu İslam'da yapılmış büyük bir reformdur" değerlemesi yapmaktadır. Benzer nitelikte bir yaklaşımla E. Cansen de "Cumhuriyet kadroları millete, sen bin yıllık inancını özel hayatında koru, ama biz 'islam şeriatını' yeni kurmakta olduğumuz devletin esası yapmayacağı" ifadesini kullanmaktadır.

"DEÄžİŞİM KORKUTUCUDUR, FAKAT DEÄžİŞMEMEK DE FELAKETTİR"

XIII. Asır'da Mevlana, ünlü eseri Mesnevi'de "Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazımdır" ifadesiyle, benzer şekilde dönüşüm ihtiyacına değinmiş; atalarımız "zaman sana uymazsa, sen zamana uy" özdeyişi ile, yüzyıllar öncesinden dönüşüm fikrinin önemini belirtmişlerdir. Ünlü bir hadis de, "iki günü birbirinin aynı olan insan, zarardadır" ifadesiyle değişim ve dönüşümün insan yaşamındaki önemini vurgulamıştır. Bir din adamı da "ruh dünyasında zaman yangını çıkmayan insanın, yaşamı anlamsızdır" demektedir.
Bir sanayicimiz de "artık sadece yaratıcı ve yenilikçi olan, fark yaratan, rakiplerinden değişik yaklaşımlar gösteren başarılı olur. Rekabette üstünlük sağlamanın yolu, yenilikçilik ve yaratıcılıktır" demektedir. Sonuç olarak, "çağımızın kalbinin değişimde attığını, ülkemizde ve dünyada ortaya çıkan devrimci gelişmelerin" bize "artık hiçbir şey asla eskisi gibi olmayacak" inancını getirdiğini görüyoruz.

Bu noktadan hareketle, H. Cemal, yılbaşı için kaleme aldığı "Evet Yapacağız, Olacak Bu İş" başlıklı yazısında "Ege barış gölü, Kıbrıs barış adası olacak, enflasyon düşecek, kemer sıkacağız, gelirler artacak, giderler kısılacak, ekonomi devlet yükünden kurtulacak, kamu bankacılığı aşılacak, demokrasi ve insan hakları çıtamız yükselecek, üniter devletten taviz vermeden demokratik reformları gerçekleştireceğiz, devleti yapısal reforma tabi tutacağız, yakın gelecekte AB'ye tam üye olacağız, karamsar değil iyimser olacağız. Ankara, sorun biriktiren değil, sorun çözen başkentimiz olacak. Türkiye'nin özgüveni yerine gelecek ve bu ülke bütün güçlükleri yenecek" demektedir.

Kuşkusuz bütün bu dilekler Türkiye için bir vizyondur. Eğer Türkiye'yi mutlu ve güzel yarınlara taşımak istiyorsak, "değişim korkusuna son vermek zorundayız." "Aslında değişim korkutucu, fakat değişmemek de felakettir."

YOKSULLUK, KÜRESELLEŞME'NİN SUÇU DEÄžİLDİR

O. Ulagay, yeni yüzyılın başında yayınladığı küreselleşmeyle ilgili kitabında, artık yeni çağda insanların nereye gideceklerini kendilerinin değil, kendi dışlarındaki güçlerin belirlediğine dikkati çekmektedir. O'na göre, "bugün küreselleşme diye tanımlanan olgunun ardında bilgi teknolojisindeki büyük sıçramanın olduğu ve bunun üretim süreçlerini, çalışma koşullarını, iş organizasyonunu ve şirket yapılarını büyük ölçüde değiştirdiği" gözlenmektedir. Yazar devamla, "Türkiye'nin bu kafa yapısıyla ve bu gündemle dünyaya uyum sağlaması giderek güçleşecek ve biz uluslararası alanda başarısız oldukça, kendimizi dünyadan soyutladıkça, kusuru kendimizde değil, hep dış dünyada, dışımızdaki birilerinde, küreselleşmede arayacağız," demektedir.

Küreselleşmenin, toplumları kuşkuya düşüren ciddi sorunlarla birlikte gelişi sonucunda, Türkiye gibi ülkelerin, kendilerini korumak amacıyla içe kapanmaları yerine, çağın gereklerine uygun açılımlar yapmaları en doğru yol olarak gözükmektedir, değerlemesi yapılmaktadır.

Gerçekten, "bugünün dünyasında Türkiye'nin kendini dünyadan ve teknolojideki gelişmelerden adeta yalıtarak koruması mümkün değildir. Türkiye'nin, tarımda ve sanayide uluslararası rekabet gücü zayıflamış görülen yapıyı değiştirmeden, yapay önlemlerle dış dünyaya karşı koruyarak kendini kurtarması da mümkün değildir."

Türkiye'nin istihdam açısından bilgi çağını yakalayabilmesi için "iki defa sıçraması" gerekir. Batı toplumlarının bilgi çağını yakalamada "bir defa sıçraması" yeterli gözükürken, Türkiye'nin, daha sanayi işçiliğine geçmemiş köylüleri, ücretsiz aile yardımcılarını, kentlerdeki işportacıları ve pazarcıları, kayıt - dışı sektörlerde bağımsız çalışan vasıfsız ve yarı - vasıflı geniş kitleleri, "sanayi işçiliği" vasıflarını öğretmeden "bilgi işçiliği"ne sıçratması zorunlu bulunmaktadır.

"İZLEYİCİ DEÄžİL, SORUMLU YURTTAŞ OLMAK"

ANAP Genel Başkanı M. Yılmaz'a göre, "krizin en önemli nedeni değişime ayak uyduramamak'tır. 2003'den itibaren Türkiye yıldız gibi parlayacaktır. Değişimi başarırsa, dünyanın en hızlı kalkınan ülkelerinden biri olacaktır".

Türk toplumunun gelişmesini yavaşlatmak isteyenler, genelde üç faktöre dayalı engeller çıkarmaktadırlar. Bunlar; dış politikada "Kıbrıs", siyasette "demokratikleşme", ekonomide "yapısal değişim"dir. Buna bir de AB ile ilişkileri ilave edebiliriz.

Koalisyon hükümeti bu 4 alanın hepsinde olumlu adımlar atmaktadır. Kıbrıs'ta masaya oturulmakta, Avrupa Ordusu AB'nin gündemine kaymakta, demokratikleşme paketi hızlanmakta, ekonomi düzeltilmektedir. Yapılan değerlendirmeye göre, "evin içi düzelir, AB görüşmeleri başlar, ABD ile "Stratejik Ortaklık" gerçekleşirse, 2002'de gerçekten Türkiye'nin yıldızı parlamaya başlayacaktır."
Aslında, temel sorunu "ekonomideki modernleşme" belirlemektedir. "Ekonominin düzlüğe çıkmasıyla oluşacak özgüven havası, bir yandan Türkiye'nin siyasal alandaki modernleşmesini hızlandırırken, öbür yandan Avrupa yolunu kısaltmaktadır." "Sonuçta Türkiye'nin yenilenmesini, Türkiye'nin kabuğunu değiştirmesini, Türkiye'nin "birinci dünya ligine çıkması"nı isteyenler yanında, eskiyi özleyen, hala bu ülkenin "geleceğini geçmişte arayan" ve Türkiye'yi "tapon bir üçüncü dünya ülkesi" olarak devam ettirmek isteyenler bulunabilir." Yani, "dünyaya dikiz aynasından bakarak" sadece arkasını gören ve geçmişi yaşayanlar da vardır ve bazen bunlar toplumda çok etkili de olabilir.
Türkiye'nin çevresinde onun büyüklüğünde bir ekonomi mevcut değildir. Böyle bir pazara yabancı yatırımcılar elbet ilgi gösterecektir. "Türkiye iyiye gidiyor. Özelleşme geç de olsa yapılacaktır. Enflasyon düşmektedir, kamu sektörü piyasadan çekilmektedir, bankalar yeni girişimcileri krediliyecektir, üretim ve ihracat artacak, yabancı sermaye gelecektir."

Temel sorun, "negatiflikten kurtulmak"tır. ABD Başkanı Bush, başkanlık yeminini ettikten sonra, halkına verdiği mesajda, "izleyici olmayın, sorumlu yurttaş olun" demektedir. "Koyun gibi güdülmeyi kabullenmeyin, vatandaş olarak sorumluluklarınızın bilincinde olun, hakkınızı aramayı bilin" ifadesini kullanmaktadır.

Bizim de temel dayanak noktamız, insanları çağdaş yönelimlere sevkeden şu özdeyişte yatmaktadır: "Çalışın, barışın ve yarışın". Bu, Türk toplumu için önemli bir hareket noktası olacaktır.

"BAHT DÖNENCESİ" VE AB ADAYLIÄžI

AB diğer bölgesel bütünleşmelerden farklı olarak, toplumlara sadece ekonomik değil, siyasi ve sosyal hedefler de göstermektedir. Bu hedefler kısaca; insan haklarına dayalı, özgürlükçü bir demokrasi, küreselleşmeyle uyumlu dışa açık bir ihraç ekonomisi, yüksek normları ve standartları olan bir sosyal ve çalışma yaşamıdır. Türkiye, Avrupa'daki 40 ülke arasında bu ideallere gönül veren 8'inci ülke olmuştur.

Türkiye, 1959 yılında Avrupa Birliği'ne "Ortak Üyelik Müracaatı" yapmıştır. Aslında, Avrupa'da bulunan bu kadar çok ülke arasında, bu kıtanın sınırlarında yaşayan, geliri ve eğitimi düşük, fakir bir toplum olarak Türkiye'nin bu ideallere gönül vermesi ve üyelik başvurusu yapması "çağdaş bir Türk mucizesi"dir. Ne var ki, peşpeşe yapılan siyasi hatalar ve tereddütler, Türkiye'yi halen üye olan 15'lerin ve adaylık süreçlerini izleyen 12'lerin içine sokamamış, böylece Türkiye 8'incilikten 28'inciliğe düşmüştür.

Sonuçta, tam üyelik başvurusu yapılmamış 1986 dönemeci serbest dolaşımsız, başvuru yapılıp kabul edilmemiş 1996 dönemeci ise, tam üye olmadan "Gümrük Birliği" ile geçilmiştir. Uzun yıllar AB, "mallara evet, insanlara hayır" yaklaşımında ısrar etmiş, "bütünleşme yerine dışlamama" ve mümkün olduğu kadar uzun süre "yanında tutma" politikası uygulamıştır.

Yüzyılın sonunda Helsinki'de kabul edilen "aday üyelik" aşamasına rağmen, AB bütünleşmesinde AB'deki değişik ülkelerden ve partilerden, Türkiye içinde ise farklı çevrelerden gelen tereddütler mevcuttur. Ne var ki, aday ülkeler arasında AB tam üyeliğine en fazla arzu gösteren ülkenin de, Türk toplumu olduğu anlaşılmaktadır.

Türkiye, aday üye olma şansına, bir ölçüde 2001 yılının Aralık ayında yapılan Leaken Zirvesi'nde yaklaşabilmiştir. Gerçekten, Zirve'nin "Sonuç Bildirgesi"nde, Türkiye'nin "katılım müzakerelerine başlama perspektifini yakınlaştırdığı" ifade edilmiştir. En sorunsuz geçen bu Zirve'de, üyelik müzakerelerinin 2002 sonuna kadar başlaması konusunda ümitler güçlenmiştir.

"Ankara'nın 2002'de, Kopenhag ölçütlerine uygunluk açısından tam bir siyasi seferberlik başlatması, parlamentoyu ve sivil toplum örgütlerini harekete geçirerek demokratikleşmeyi ve tam üyelik müzakerelerinin gerçekleşmesi için gerekli koşulları hazırlaması gereklidir."

"Bu toprakların insanı, kendini Avrupalı görmek istemektedir. "Avrupa hülyası", Türk insanının iç dünyasında hiç eksik olmamıştır." "Çünkü, Türk insanı için, "Avrupa" demek "iş ve aş" demektir, çoluğunun çocuğunun geleceğini güvenceye almak demektir, "daha iyi yaşamak" demektir, demokrasinin ve insan haklarının nimetlerinden daha çok yararlanmak demektir. Esas itibariyle, "Avrupa Projesi", aynı zamanda Atatürk'ün koyduğu "çağdaş uygarlık hedefi" demektir. Enflasyonu yenmek, ekonomide yapısal değişim, demokrasi ve hukuk devleti yolundaki adımlar da bu projenin içindedir."

"RÜYALARIMIZDAKİ GELECEÄžE ULAŞMA ŞANSI..."

Özellikle "11 Eylül"den sonraki gelişmeler, dünya siyasetinde, AB ilişkilerinde Türkiye'ye yeni ivmeler kazandırmış gözükmektedir. 11 Eylül sonrası canlanan ABD ve Türkiye arasındaki "stratejik işbirliği" sadece AB ilişkilerini değil, IMF kredilerini, Kıbrıs'ın adadaki iki toplumu kapsayacak şekilde AB'ye girmesini de belirleyen en önemli etkenlerden birisi olmuştur. Böylece, "dünya yeniden parsellenirken, Türkiye de hedef büyüterek Avrupa'da yerini almaya başlamaktadır."

Türkiye, dünyanın en gelişmiş 7 ülkesi ile gelişmekte olan 11 ülkesinin ve AB, IMF ve Dünya Bankası temsilcilerinin oluşturduğu "G - 20 Zirvesi"ne davet edilerek, Berlin'deki zirveye katılmıştır. Bu durum, Türkiye'nin vizyonu bakımından dikkat çekici bir gelişmedir.

Diğer bir gelişme, IMF ile yapılan anlaşma çerçevesinde "Yeni Yılda Yeni Devlet" sloganı ile, 2002 için öngörülen reformlardır. Bunlar arasında, "daha az bakan, ekonomiye tek patron, bürokrasiye tırpan, kamu istihdamında daralma, işe göre adam istihdamı" öngörülmektedir.

Türkiye'ye yönelik iyimser görüşler artmaya başlamıştır. The Economist Dergisi'nde çıkan bir yazıda, Türkiye'den "ümit ışıkları" diye bahsedilmektedir. Yazı, "bir yıldan beri bunalan Türkler, şimdi umut ışıklarının ilk belirtilerini görmeye başladı" denilmektedir.

Başkan Clinton, 1999 yılında Türkiye'de yaptığı bir konuşmada, "önümüzdeki yüzyılın, büyük ölçüde Türkiye'nin geleceğini ve bugünkü ve yarınki rolünü nasıl tanımlayacağına bağlı olarak şekilleneceğine inanıyorum" demiştir. Başkan konuşmasına devamla, "eğer Türkiye, istikrarlı, demokratik, laik bir İslam ülkesi olarak, Avrupa'nın tam bir parçası olabilirse, gelecek daha iyi şekillenecektir." "Böylelikle önümüzdeki bin yılda, dünyanın bu bölgesinde rüyalarımızdaki geleceğe ulaşma şansını yakalayabileceğiz" diye eklemiştir.

Başkan Clinton'un bu sözlerini, Türkiye'nin hoşuna gitmek için söylemediği, bu ifadelerin bir araştırma ve değerlendirmeye bağlı olarak ortaya çıktığı ifade edilmiştir. Başkan'ın özellikle Türkiye'yi dünyada gelişme halindeki ülkelere "model" olma potansiyeli açısından değerlendirdiği anlaşılmaktadır. İslam devletleri yanında, Türk Cumhuriyetleri de bu ülkeler arasında olabilir.
"Batı demokrasisini tam anlamıyla özümseyen, iç barışı sağlayan ve ekonomik sorunların üstesinden gelecek bir Türkiye, tüm bu ülkelere, sorunları için çözümler sunan, örnek alınacak bir model olma vasfını kazanacaktır. Bunu yapabilecek yegâne İslam ülkesi de Türkiye'dir."

KÜÇÜLEN ENDÜSTRİ İLİŞKİLERİ

Bütün modernleşme ve kalkınma gayretlerine rağmen, günümüzde Türkiye'nin adeta "iki çağı birarada yaşadığı" gözlenmektedir. Geleneksel tarımsal yapılarla, hatta şehirlerin varoşlarındaki marjinal sefalet mahalleleriyle, kentsel modern sektör çalışanları arasında bazen hayal edilemeyecek farklılıklar gözlenmektedir.

"Türk Endüstri İlişkileri Sistemi", çağdaş endüstri ilişkileri sistemleri içinde hiçbir özellik arzetmeyen karakteri ile "eklektik" bir model niteliği taşımaktadır. Sistem, esas itibariyle işsizlik ve enflasyonu yüksek, gelişmesi nispeten zayıf, sık sık ekonomik krizler yaşayan, siyasi çalkantıların yoğun, devletçiliğin yaygın olduğu bir ekonomik yapı içinde gelişmiştir.

Aslında sistem, 150 yıllık tarihi boyunca, "Polis Nizamı"ndan günümüzdeki çağdaş toplu pazarlıklara, cılız işyeri eylemlerinden örgütlü işçi hareketlerine, çağ dışı yasal yapılardan düzenli iş yasalarına doğru hızlı bir gelişme yaşamıştır. Cumhuriyet dönemini kavrayan yaklaşık 80 yılın ilk bölümünde 1936 ve 1946 dönemeçleriyle, bireyselden toplu iş hukukuna geçiş gayretleri ortaya çıkmış, son 40 yılda ise UÇÖ, AB vb. kaynaklı uluslararası yasal düzenlemelerin de üst üste binen etkisiyle, işçi haklarında günümüzün gelişmiş normlarına ulaşılmıştır.

Yaşadığımız sistemin genelde yabancılaşmaya dayanan, belirli nedenlerden dolayı özellikle ücret konusuna odaklanmış, grev eğilimi yüksek, kamudaki örgütlenmesi hala yoğun olan bir yapısal nitelik taşıdığını görüyoruz. Özellikle son yıllarda ortaya çıkan ekonomik krizler ve özelleştirme çabaları, bu karakteristikleri önemli bir ölçüde değiştirmiştir. Fakat, günümüze kadar yaşanan gelişmeler sonucunda, AB tam üyeliği öncesinde sistemin dikkati çeken çarpıcı bir eksikliğini bulmak da gerçekten zordur.

Günümüzde, "kayıt - dışı ekonomi"nin ve "enformel istihdam"ın hızla büyümesi ve buna bağlı olarak "endüstri ilişkilerinden kaçış"la kendilerini ortaya koyan "haksız ve kirli rekabetin" genişlemesi, hızla artan işsizlik, Türk Endüstri İlişkileri Sistemi'nin gelişmesini sınırlayan önemli faktörler olmuştur.

III. ARAYIŞLAR - STRATEJİLER - ÖNERİLER

TÜRKİYE'DE VİZYON OLUŞTURMA ARAYIŞLARI

DPT, Cumhuriyet'in 100. yılı olan 2023'e kadar uzanacak uzun vadeli gelişme stratejisinde, Türkiye'nin gerekli yapısal dönüşümleri gerçekleştirerek, dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında yerini alacağını tahmin etmektedir. 2001 - 23 döneminde, yıllık % 7 büyüme hızı ile Türkiye'nin AB ortalamalarını yakalaması öngörülmekte, GSMH'sinin 1,9 trilyona çıkacağı hesaplanmaktadır.
Bu hedefe varmak için, vergi sisteminin basitleştirilmesi, bütçe içi fonların kaldırılması, toplam yatırımlar içinde kamunun payının düşürülmesi, ulusal yenilikçi buluş sisteminin güçlendirilmesi, KOBİ'lerin yaygınlaştırılması, eşit işe eşit ücret ilkesi, zorunlu temel eğitiminin 12 yıla çıkarılması öngörülmektedir.

"8. Beş Yıllık Kalkınma Planı stratejisinde de, Türkiye'nin 2023 yılında 83,6 milyon nüfusu, 1,9 trilyon dolarlık ulusal geliri ile dünyada ilk 10 ülke arasında yer alacağı hesaplanmıştır. Türkiye'nin, bu süreçte kişi başına gelirinin 10.862 dolarlara çıkarak İtalya ve İspanya'yı geçeceği" öngörülmektedir. Bu çalışmada, Türkiye'nin 2010'larda "bölgesel bir güç", 2020'lerde de "küresel bir güç" olması düşünülmektedir. Böyle bir süreçte, kuşkusuz ekonomik yaşamda "devletin kürekçi değil, dümenin başında olması" gerekecektir.

Dikkati çekici bir başka girişim, Ocak 2002'de kamuoyuna tanıtımı yapılan ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından örgütlenen "Stratejik Araştırmalar ve Etüd Merkezi - SAREM"in kurulmasıdır. Eski askerler, diplomatlar, tarihçiler, istihbaratçılar, ileri teknoloji uzmanları, stratejistler ve psikologlardan oluşan bu merkez, stratejik konuları araştıracak ve öneriler üretecektir. Bu girişimi Türkiye'nin çağdaş gereksinimlerine uygun, önemli bir thing-thank olarak değerlendirmek gerekir. Bu arada "Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı" (TESEV) ile "Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi" (SAEMK) de diğer thing-thank kuruluşları olarak sayılabilir.

Yeni Çağ'a doğru, toplumun farklı kesimlerinde de ilginç çalışmaların yapıldığını görüyoruz. Bunlar arasında, Aralık 1999'daki "ANAP'ın Değişim Programı"nı, yine ANAP'ın "İş, Aş, Huzur İçin Türkiye Sözleşmesi"ni sayabiliriz.

MHP'li bakanlardan O. Vural, "Türkiye için tek yürek" kampanyası başlatarak kendi bürokratları ile birlikte; hakkaniyet, şeffaflık ve kaliteli hizmeti amaçlayan bir "kararlılık beyanı" imzalamış ve böylece "dürüst hizmet yemini" etmiştir.

Saadet Partisi Genel Başkanı R. Kutan da, "Cumhuriyetin 100. yılı için gerçekleştirmek istedikleri projeler çerçevesinde, "elektronik devlet"in oluşturduğu bir Türkiye'de kişi başına milli gelirin 20 bin dolar olmasını öngörmektedir." Kamu yönetimi sisteminde "bütünsel kalite sistemi"nin gerçekleştirilmesi, bakanlık sayısının en fazla 15 olduğu elektronik devletin oluşturulması, ihracatın 600 milyar dolara çıkartılması, % 3 enflasyon, % 1 işsizlik oranı, AB ile bütünleşmiş bir Türkiye, yoksulluğun kalktığı bir Türkiye modelinden sözedilmektedir.

CHP'nin 2001 yılı boyunca hafta sonları Heybeliada'da Halki Palas Oteli'nde düzenlediği toplantıları, Türkiye'deki yabancı gazeteciler, öğretim üyeleri, işadamları ve yöneticilerle yapılan Pera Palas Oteli'ndeki "Dışarıdan Bakış" çalışmalarını sayabiliriz. Bu toplantılar, CHP'ye yeni bir vizyon kazandırmayı amaçlamaktadır. Ayrıca, Parti 160 kişilik bir "Düşünce Platformu" oluşturmuştur. Parti Başkanı D. Baykal, "İspanya'da F. Gonzales de iktidara böyle bir hazırlık ve kadroyla gelmişti. 8 yıl kaldılar, İspanya lig değiştirdi, biz de bunu uyguluyoruz" demiştir.

Türkiye'nin geleceğini aradığı bir başka girişim, "İstanbul Politikaları Merkezi"dir. Sabancı Üniversitesi çerçevesinde kurulu bu Merkez, "küresel boyutta politika seçenekleri oluşturmaya çalışmaktadır." Tanıtım yazısında, "küreselleşme ve bilgi toplumu tarihi aşamasına giren dünyanın genel yapısı, Türkiye'nin gerek iç ve gerekse dış politika, ekonomik ve sosyal sorunlarına sürekli görüş ve uygulama seçeneklerinin üretilmesini zorunlu kılmaktadır," denilmektedir.

"İkinci Teknoloji Kongresi" vesilesiyle TÜBİTAK - TTGV ve TÜSİAD Haziran 1999 tarihinde bir deklarasyon yayınlayarak, "Cumhuriyet'in 100. yılının kutlanacağı 2023 yılına kadar, ülkenin gelişmiş dünyada yerini almasının" gereğini vurgulamışlardır.

TİSK, "Küresel Eğilimler ve Türk Çalışma Hayatı" araştırması yapmış, Mayıs 1999'da "Danışma Konseyi Sonuç Bildirgesi" ve 2000 yılına girerken "XXI. Yüzyılda Önce Türkiye" deklarasyonu yayınlamıştır. Bu bildiride, gelir, istihdam ve bilgi üreten bir sosyo - ekonomik yapıya ulaşmak için teşebbüs gücünü eksen alan yaklaşımla sorunları çözmek ve şu 5 temel değişim faktörü'nü uygulamak gerekir" denmektedir. Bunlar; çağdaş eğitim sistemi, kaliteli kamu hizmeti ve "minimum bürokrasi", üretim ve istihdam üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, çalışma hayatının esnekliğe kavuşturulması, istihdam odaklı politikaların gerçerleştirilmesi'dir.

MESS İşveren Sendikası da aynı noktadan hareketle, Mayıs 1999'da "Karanlığa Haykırış Manifestosu" yayınlamıştır. Bu manifestoda, "gelin hep birlikte geçmişin sorumluluğunu değil, geleceğin rotasını belirleyelim, topluma taze bir başlangıç olanağı verelim" denmektedir.
"Ülkemiz için yapılması gerekenleri konuşmanın, ortaya koymanın zamanı gelmedi mi? Dünyanın değişen geleceğinden etkilenmemesi mümkün olmayan ülkemizin beklentilerini ne zaman ortaya koyacağız? Nasıl üstesinden geleceğiz? Bunun gerçek yanıtı, çağı yakalamak ve bu yönde vizyon oluşturmaktır" ifadesi kullanılmaktadır.

Mercek Dergisi 2002 "Yılbaşı Sayısı" ile, "bireylerin ve kuruluşların ortak katılımı sağlanarak, güçlü ekonomi, rekabet edebilirlik, yatırım, eğitim, istihdam, kalite, verimlilik, adil gelir dağılımı, teknoloji, ahlâki değerler, çalışma yaşamı, özelleştirme, reel sektör, uzlaşma ve AB üyeliği gibi birçok konuda Türkiye'nin vizyonunu oluşturmayı" amaçlamıştır. Başkan T. Kudatgobilik ve Genel Sekreter İ. Sipahi'nin ifadelerine göre, temel hedef, bilimadamı, siyasetçi, sanayici, sendikacı ve uzmanların katılımıyla toplumun ufkunu açmak ve Türkiye'nin çağ dönüşümüne katkı sağlamaktır.
Eczacıbaşı Holding, her yeni yıla girerken, Aralık ayında tam bir gün süreyle "Yaratıcılık ve Yenilikçilik Günü" düzenlemekte ve çalışanların deneyimlerini ve başarılarını paylaşmalarına olanak sağlamaktadır.

Bazı günlük gazeteler ise, "çağı yakalamak" sloganı ile okullara büyük kolaylıklarla bilgisayar pazarlamaktadır. Bilindiği gibi Clinton, başkanlığı döneminde her okula bir bilgisayar verilmesini programına almış, Cumhurbaşkanı Özal da en büyük hayalinin "her okula bir bilgisayar" sağlamak olduğunu belirtmiştir.

Prof. Dr. Orhan Güvenen'in "Türkiye'nin Orta ve Uzun Dönemli Stratejik Hedefleri" çalışmasını, bu arada bir başka örnek olarak belirtebiliriz. Güvenen, 2023'ün, yani Cumhuriyet'in 100. Yıldönümü'nün Türkiye Projesi'ni hazırladığı bu eserde, yaptığı projeksiyon ve sıraladığı rakamlarla, Türkiye'nin dünyanın en etkin 15 ülkesinden biri olacağını ileri sürmüştür.

Ayrıca, ABD Başkanı Clinton'un TBMM'de sunduğu Türklerle ilgili "Tarih Tezi"ni, 10 yıl önce sayın Özal'ın "XXI. Yüzyıl Türklerin Asrı Olacak" sözünü, eski Cumhurbaşkanımız Demirel'in "Adriyatikten Çin Seddine Türklerin Dünyası" deyişini hatırlıyoruz.

SİYASETTE "UFKU OLAN", "ÇAÄž AÇAN" LİDER ARAYIŞI

Türkiye'de iş yaşamında değişimin sırlarına ulaşmış çok sayıda lider saymak mümkündür. Özellikle bu liderler kurumsal yapılarda gerçekleştirdikleri atılımlarla ulusal ve uluslararası "kalite ödülleri"ni ülkemize ve kurumlarına kazandırmışlardır. "Değişimin Liderleri" kitabında, bu liderlerden bir kısmı "kuruluşlarında değişime direnç gösteren insanları nasıl kazandıklarını, nasıl paylaşılan vizyon geliştirdiklerini, inanmış ekipleri nasıl yarattıklarını, insanların güvenini nasıl sağladıklarını" anlatmaktadırlar.

Ancak, gerçek şudur ki, iş yaşamında gelişen liderlik, kalite ve vizyon tartışması, yeterli ağırlıkla siyasi yaşama yansımamıştır. Aslında çağımızda liderlerin en önemli vasıflarının "kalite ve vizyon" olduğuna hiç kuşku yoktur. Bazı yazarlara göre, Türkiye'nin esas sorunu, "yeni bir parti, yeni bir kadro, yeni insanlar, yeni yüzler, yeni projeler"dir.

Bir başka yazara göre ise, günümüzdeki çatışmanın "klasik anlamda yenilikçi olanlarla", "oyunun kurallarını değiştirecek kadar yenilikçi olanlar" arasında olduğuna işaret edilmekte, "büyük fikirleri olmayanların daima kaybedecekleri" ifade edilmektedir. Bu görüşlere göre, "kaliteyi ilgi odağına koymuş girişimciler, sayıları hudutlu özel sektör kurumlarıyla sınırlı kalmamalıdır. Örneğin, Ankara'nın, kamunun ve devlet dairelerinin kaliteye odaklandığını düşünün. Amaç, ödül olmasa bile, kalite yoluna girmiş insanların yaratacağı değişim hayal edilemeyecek kadar büyüktür" olacaktır.
Bir yazarın da belirttiği gibi, "bu değişim sürecinde Türkiye, "ufku olan lider"i aramaktadır." "Şu anda biri çıkıp, Türkiye'nin kaçırdığı fırsatları ve sahip olduğu olanakları ortaya koysa, günlük çekişmelerin ötesine geçip, inandırıcı bir XXI. Yüzyıl Türkiye tablosu çizebilse, bambaşka bir etki yaratabilir."

"Nasıl aşılacağını bilmedikleri bir çıkmazın içinde bocalayan insanlar, Türkiye'nin aklını başına toplaması halinde bambaşka bir ülke olabileceğini görerek, gelecek için bir vizyon ortaya koyabilecek olan liderin peşine düşebilirler." "Toplumlardaki hareketsizliğin temelinde, siyaset alanındaki değişim eksikliği yatmaktadır. Siyasi bir değişim programı sunulmadığı için, halk mevcut siyasi seçenekler arasında tercih yapmaya zorlanmaktadır."

Bir yazar, "Türkiye'de "yarı başkanlık sistemi" olmadan siyasi yapının düzeltilemeyeceğini" ileri sürerken, milletvekillerinin çalışma dokümanlarıyla vizyonlarını, görüş ve önerilerini kamuoyuna sunması gerektiğini, basın, aydınlar, akademisyenler ve vatandaşların devlet ve siyaset reformu önerilerini tartışması gerektiğine işaret etmiştir. Politikacılar toplumda "dayanışma ruhu" yaratamamakta ve bu duyguyu güçlendirememektedirler.

1993 döneminde Türkiye siyasette genç politikacıları da deneme olanağına kavuşmuştur. DYP lideri T.Çiller'in yükselişinde, yapılan araştırmalar, % 44 oranında "değişim ve yenilik" fikrinin etkin olduğunu ortaya koymuştur. Aynı dönemde, SHP ve ANAP'ın başında da iki genç politikacı vardır. Bu gelişme, Türkiye'de ve Batı'da iyimserlik rüzgarlarına yol açmıştır. Ne var ki, böyle bir gençleşme beraberinde değişimi getirmemiş, siyasetin kısır topraklarında son dönemlerde "çağ açan lider" ortaya çıkamamıştır.

Bütün bunlara rağmen ümit veren ve öne çıkan bazı noktaları şöyle özetleyebiliriz:

• TBMM'nin siyasi tarihimizde nadir görülen bir hızla ve büyük bir etkinlikle çalışarak yapısal değişim yasalarını kısa sürede çıkarması,
• Bazı Batılıların "bilge kişi" olarak bahsettikleri B. Ecevit'in başbakan olması,
• D. Bahçeli'nin dürüst, güvenilir kişiliği,
• Koalisyon ortaklarından M. Yılmaz'ın AB ilişkilerinde yeniliklere açık, uyumlu ve etkin yaklaşımı,
• 52 ülke arasında yılın ekonomi bakanı seçilen K. Derviş'in 2001'de yaşanan krizi teşhis etmedeki başarısı.

Kuşkusuz liderlerin bu niteliklerinin 2001 bunalım yılında ve Türkiye'nin yeni açılımlarının başında, ülkemiz için bir talih olarak değerlendirilmesi gerekir.

"ULUSAL ATILIM" İÇİN 4 ÖNERİ

Esas itibariyle 4 girişimin yapılması düşünülebilir:

• İlk önce; temelde yeni çağın toplumsal hedeflerini gösteren ve toplumu belirli amaçlara yönelten bir "3. Bin Yıl Deklarasyonu" yayınlanabilir. Temel amacı, toplumun önüne kaliteli, çağdaş ve geçerli olan yeni bir vizyon koymaktır.

Bu deklarasyon çerçevesinde Türkiye, dünya liderlerinin katılacağı "3. Bin Yıl Barış - Özgürlük - Büyüme - Paylaşım Evrensel Konferansı" toplayarak, semavi dinlerin, kültürlerin ve kıtaların kavuşma noktası olan "Dünya Başkenti İstanbul"da, daha "çağdaş ve yaşanabilir" bir dünya için sürdürülen gayretlere yeni bir bütünlük ve ivme kazandırabilir. Sadece ulusuna değil, küresel bilgi çağına da, yükselen Türkiye'yi, adeta çağın sentezinin bir "uzlaşma, barış ve gelişme sembolü" olarak tanık gösterebilir.

• İkinci olarak; parlamentoya veya cumhurbaşkanına bağlı olarak bir "Türkiye'nin Dönüşümü ve Vizyonu Konseyi" kurulabilir. Bu Konsey'in amacı ise, çağın değerleri olan eğitim, kalite, hızlı büyüme, sosyal standartların yükseltilmesi ve siyasi yapıların çağdaşlaştırılması hedefleri doğrultusunda, Türkiye'nin stratejilerini ve geleceğe yönelik değişik boyutlu politikalarını oluşturmaktır. Aslında, birçok ülkede politik ve idari güçlere bağlı olarak bu tip organlar faaliyet göstermektedir.

• Üçüncü olarak; "Çağı Yakalama Vizyonu"ndan söz etmeliyiz. Bir ülkede, yurttaşların ortak olarak paylaştığı ve inandığı bir vizyonun olmadığı hallerde, o ülkenin başarılı olamayacağı açıktır. Önemli gelişmelerin, uygarlıkların, felsefi, bilimsel, teknolojik ve sosyal dönüşümlerin genelinde bir insan kafasında ve gönlünde tohumlanmaya başlayan bir görüş, bir vizyon yatmaktadır.
Vizyonla ilgili atılım önerileri arasında, eğitimde atılım fırsatı, toplumsal uzlaşma fırsatı, KOBİ'lerle atılım fırsatı, yabancı sermaye fırsatı, enerji köprüsü fırsatı vb. girişimler sıralanmaktadır. Bir yazara göre, "yepyeni bir Türkiye için ne yapmak gerek? Bir değişim, bir silkinme, anlık tutumlardan, eskimiş alışkanlıklardan, böyle gelmiş böyle gider kafasından uzaklaşmak gerek." "Toplumun her kesiminde yeni istekler, özlemler vardır. Arayışlar, uyanışlar, çağdaş olmak, uygar olmak, gerçek anlamda demokrasiyi kurmak, laiklikten, demokrasiden ödün vermeden "XXI. Yüzyıl'a yakışmak gerekir." Kuşkusuz bu vizyon uygulamada D. Baykal'ın deyimiyle "ulusal seferberliğe" dönüşmelidir.

• Dördüncü olarak; bütün bu amaçlar doğrultusunda koordinasyonu sağlayacak bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesi, bir "Bilgi Toplumu Bakanlığı"nın kurulması gereklidir. 2000 yılı ortalarında, "bilgiye erişim hakkı"nın bir insan hakkı olarak değerlendirilmesi gerektiği belirtilerek, Ankara'da yeni bir bakanlığın kuruluş hazırlıkları yapılmıştı. Parlamento üyesi Prof. Dr. Ziya Aktaş'ın öncülüğünü yaptığı bu proje, bakanlık sayısının azaltılması tartışmalarının arasında kaybolup gitmiştir.

Böylece, "3. Bin Yıl Deklarasyonu" ve "3. Bin Yıl Konferansı", "Türkiye'nin Dönüşümü ve Vizyonu Konseyi", "Çağı Yakalama Vizyonu" ve "Bilgi Toplumu Bakanlığı" üst üste bir bütün halinde bir "Ulusal Atılım Programı"na dönüşebilir.

"ÜÇ ALTIN ANAHTAR"

Zengin olmak, uluslar için bir onurdur. İşsizliğini, yoksulluğunu yenmiş, gelirini sürekli artıran bir toplum, hem daha özgür, hem daha bağımsız, hem daha başı dik olacaktır. Günümüzde birçok ülke, zengin olmayı ulusal bir amaç haline getirmiştir. Bu, sadece bir dilek ve hayal değil, çağın karmaşık dersleriyle dolu tecrübelerinden ve uygulamalarından kazanılacak deneyimlerle örülmüş gerçekçi bir vizyon sorunudur.

Buradaki temel sorun, binlerce faktör karmaşası içinde olayın tümüne etki edebilecek olan "stratejik faktörleri" bulmaktır. Bize göre, Türkiye'nin çağı yakalama macerasını ileri basitleştirmelerle, temelde "üç stratejik faktör"e dayanarak gerçekleştirilebilir:

1. Sosyal Faktör: Yaşanan dünya bilgi çağı içerisinde bulunduğuna göre, en önemli faktörlerden birini "eğitim" oluşturacaktır. Türkiye'nin Batısı'ndaki komşularıyla yapılacak bir karşılaştırmada, Türkiye'nin eğitim seviyesi en düşük ülkelerden bir tanesi olduğu görülecektir. Eğitimde gerekli kaliteye ulaşabilmek için, 13 yıla ulaşacak bir temel vatandaşlık eğitimi yanında, mesleki - teknik eğitim ve yüksek öğrenimde sürekli reformlar yapılmalıdır.

Ne var ki, eğitim alanında Türkiye'nin çağdaşlaşmasına en etkin katkı yapacak olan faktör, Türkiye'de kadınların eğitim seviyesinin keskin bir biçimde yükseltilmesi gereğidir. Bu bir nevi, eğiticilerin de eğitimi anlamına gelecektir. Günümüzün çağdaş toplumlarının kalitesi, kadınlarının eğitim seviyesiyle ölçülmektedir. Toplumun sadece bugününün değil, geleceğinin de belirleyicisi, kadınların eğitim seviyesi olacaktır.

Ülkemizde cehalet yanında, kadınımızın öne çıkan "3 kötü yazgısı" vardır. Bunlar; a) Çok çocuk doğurma, b) Aile üyelerinden gelen şiddet ve c) "ücretsiz aile işçisi" olarak hiç gelir elde etmeden çalışmadır.

2. Siyasi Faktör: Önemli bir diğer stratejik faktör, "vizyon sahibi lider"dir. Birçok hallerde, toplumların böyle bir lidere sahip olması, tesadüfi faktörlerle ortaya çıkmakta, buna karşın, parti ve seçim ile ilgili yasalarını gerçekleştirmiş, köylü - esnaf yerine, sanayi toplumlarına ve daha sonra da bilgi toplumlarına dönüşmüş ülkelerde, seçmenlerin şuurlu oyları, kaliteli liderlerin seçiminde önemli bir rol oynayacaktır.

3. Ekonomik Faktör: Ülke tecrübeleri bize, bilgi çağının teknolojilerini üreten toplumların hızla zenginleştiklerini göstermektedir. Küreselleşme sürecinde rekabet gücü olan malları üreten ihraç ekonomilerinin hızla zenginleştikleri gözlenmektedir. Bu faktörün somutlaşmış halini de genel olarak yapısal özellikleri itibariyle "AB tam üyeliği" olarak düşünebiliriz.

Günümüzde artık, rekabetsiz, iç pazarda yüksek kâr marjlarıyla çalışan kapalı ekonomiler döneminden, bölgesel ve küresel dünya pazarlarına açılmış yeni bir ekonomi dönemine geçilmiştir. Maliyetlerin giderek düştüğü, hızın, ürün çeşidinin, tüketici tercihlerindeki farkların giderek arttığı, kolayca ulaşılabilirliği yüksek olan bir büyük dünya pazarında, Türkiye kendine yer edinmek zorundadır.

Tüm süreci daha da özetlemek gerekirse, "vizyon sahibi lider", "kadınların bilgi çağını yakalaması" ve "AB tam üyeliği" toplumun dönüşümünü gerçekleştirecek ve çağı yakalamanın "sacayağı"nı oluşturacaktır.

SONUÇ

Türkler, XX. Yüzyıl'a bir cihan imparatorluğunun geri dönüşü olmayan çöküşüne tanıklık ederek girmiştir. Dileğimiz, XXI. Yüzyıl'a çağı yakalayan, onurlu ve zengin bir devlet olarak girmesidir. Umarız ki, XXI. Yüzyıl'ın başı, Cumhuriyetimiz'in kendisiyle hesaplaşarak yeni bir vizyonla çağı yakalamasına tanıklık edecektir.

Bu ülkede, her kademede Türkiye'yi ümitleri ileriye erteleyen bir düşler ülkesi olmaktan çıkarmak isteyen sabırsız bir kuşak vardır. Bu kuşağın, 15 yıllık Atatürk döneminden sonra son 60 yıllık Cumhuriyet döneminde, ülkenin ulaştığı noktalarla ilgili yaptığı karşılaştırmalar, onları mutsuz etmekte ve gelecek çağa sabırsızlıkla ve özlemle bakmalarına yol açmaktadır.

XXI. Yüzyıl'ın yeni ufuklarında ise, sağlık, eğitim, altyapı, istihdam, daha yüksek çalışma ve yaşam koşulları ve hızlı büyüme, üzerinde durulması gereken temel öncelikler olarak görülmektedir. Türkiye için bu dileği somutlaştırırsak, yakın bir gelecek için "beklentimiz", 10.000 dolarlık bireysel gelir, % 10 büyüme, % 5'lerin altında enflasyon ve işsizlik olarak belirtilebilir.

Türkiye, üçüncü bin yıla belki tarihinin en büyük sıkıntılarıyla girmiştir. Büyük Ağustos Depremi'nin üzüntüleri üstüne peşpeşe gelen krizleri yaşamıştır. Türkiye ekonomisi, 1998 Rusya krizini takiben, 1999 depremini, 2000 Kasım ve 2001 Şubat krizlerini peşpeşe yaşamak zorunda kalmıştır.
Bu ekonomik ve siyasi çalkantılar içinde bize düşen, bir "öncelikler listesi" çıkarıp, eşgüdüm süreçleriyle üçüncü bin yılın reform programlarını belirlemektir. Gerçekten, bu değişim rüzgârları, asırlık kayıpları kısa zaman içinde telafi ederek, "çağı yakalama" olanaklarını da beraberinde getirmektedir.

Yeni Çağ'da, Türkiye için "tarihsel bir fırsat"ın çıktığına hiç kuşku yoktur. Zorlu, çileli, yüzyıllar süren güçlüklere katlanmadan ve bu aşamalardan geçmeden, en ileri teknolojilerle en son noktada çağı yakalamak mümkündür. Böylece, Türk toplumu gerçekten "yıldızın parladığı anlar"ı yaşayacak ve sonuçta "tarihin peşinden koşmak yerine önünü kesmiş" olacaktır.

Kuşkusuz, 2001 biterken, Türkiye'nin Arjantin krizinden alacağı çok dersler de vardır. Gerçekten, talihsiz Arjantin örneğine benzemeden, Türkiye 2001'de karşı karşıya kaldığı çok derin bir ekonomik krizi atlatabilmiştir. Bu, onur duyulacak kadar, ders alınacak bir durumdur da. Türkiye, en kısa zamanda IMF desteği olmadan, krizleri kendi başına aşacak bir yapısal dönüşüme ulaşmalıdır.

"Kuşkusuz, talih her zaman bu kadar cömert olmayabilir. Kendi yazgımızla da başbaşa kaldığımızda ayakta durabilmeliyiz."

Aslında 2002'ye girerken "Türkiye doğru yolda gözükmektedir" doğru yol demek, "demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, para ekonomisi" demektir. Ülkelerin hedefi "yoksullukta denge" değildir. "Hedef, zenginliktir. Zenginlik denilen şey yatırım, istihdam ve üretim ile sağlanır." Büyümenin yolu, üretmek ve dışsatımı gerçekleştirmekten geçmektedir. Borçlanarak krizden çıkamayız. Borcu ödeyecek olan da aslında üretimdir. Kuşkusuz, esas sorun, sonunda "kaynaklar - harcamalar dengesi"ne kalmaktadır.

Artık toplum, yolsuzlukların ve haksızlıkların peşindedir. Toplum, uyanarak kendi kaderine el koyma eğilimindedir. Esas olan, toplumun iradesi, değişim isteğidir. Bir yazar haklı olarak, "geçmiş bin yıla ağırlığını koyan Türklerin, gelecek bin yılı da etkileyeceğini" ifade etmektedir.

Türk toplumu, çağdaşlaşma yönündeki özlemini adeta bir sembol olarak "Onuncu Yıl Marşı" ile belirtmektedir. XXI. Yüzyıl'ın başında Türkiye'ye düşen, "100. Yıl Marşı"nı çağdaş yeni reformlarla vakit geçirmeden şimdiden yazmasıdır.

* Bu makalenin hazırlanmasında, yazarın son 5 yılda yazdığı bazı kitap ve makaleler yanında, gazete köşe yazarlarının görüşlerinden, bilimsel ve mesleki dergilerde yayınlanan çeşitli araştırmalardan geniş ölçüde yararlanılmıştır. Çok sayıda kaynak kullanıldığından, okunuştaki akıcılığı bozmamak için, yapılan bu alıntılar tırnak içinde gösterilmiş, ayrıca dipnot olarak verilmemiştir.

62588 kez görüldü, 3 kez indirildi.

<< --
 
EBSCO
PROQUEST
CABELLS DIRECTORY
INDEX COPERNICUS
SOCIOLOGICAL ABSTRACTS
ASOS Akademia Sosyal Bilimler Index
Üye Girişi
DUYURULAR/HABERLER
Dergide yayınlanan yazılardaki görüşler ve bu konudaki sorumluluk yazarlarına aittir.
Ampirik veriler, değerlendirme sürecinde hakem veya hakemler tarafından talep edilirse, yazar veya yazarlar ilgili verileri paylaşırlar.
Bu verilerin bir başka çalışmada kullanılmaması esastır.
© 2000 - 2024 İş,Güç Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi