Yıl: 2001/ Cilt: 3 Sayı: 2 Sıra: 2 / No: 74 /     DOI:

Webminster Modeli Demokrasi ve Sorunları
Araş.Gör. Derda KÜÇÜKALP
Uludağ Üniversitesi - iiBF - Kamu Yönetimi Bölümü

Modern Anlamıyla Demokrasi 

Demokrasi günümüzde kullanılan en popüler politik adlandırmaların başında gelmektedir. Buna karşın söz konusu kavramın anlam içeriği konusunda bir mutabakatın olduğu söylenemez. Her politik aktör politik mücadelenin seyrine ve benimsediği politik ideolojiye göre demokrasiye farklı anlamlar yükleyebilmektedir. Bu durumu politikanın semboller üzerinden yapıldığı postmodern dönemde demokrasinin anlaşılmasını sorunlu hale getirdiği ise bir gerçektir.

Söz konusu güçlüğün aşılmasında etimolojik bir yaklaşım benimsemenin bir takım avantajlar sağlayabileceği düşünülebilirse de bu yaklaşımın da bazı sınırlılıklarının olduğu ortadadır. Kelime anlamı olarak ele alındığında demokrasinin demos (halk) ve cracy (iktidar) kavramlarından oluştuğu ve böylece demokrasinin basit anlamıyla halkın yönetimi anlamına geldiği söylenebilir. Fakat analiz biraz daha derinleştirildiğinde hem demos hem de cracy kavramlarının anlamlandırılmasında önemli sorunlar ortaya çıkabilmektedir. Örneğin demos sözcüğü Sartori’ye göre herkes, pek çok insan, aşağı sınıf, organik bir bütün, salt çoğunluk, sınırlı çoğunluk gibi bir çok anlamda ele alınabilmektedir. Öte yandan yönetim kavramı da bu günün demokrasilerini anlamada sorun teşkil eder. Çünkü yönetim, biri yöneten diğeri yönetilen olmak üzere en az iki unsuru gerektirir. Halkın hem yöneten hem de yönetilen olması mantıksal açıdan mümkün değildir. halkın yönetimi şeklindeki bir tanımlamanın antik yunan dünyasındaki demokrasi deneyimlerini bir ölçüde açıklayabilse de modern demokrasileri açıklayabilmesi söz konusu olamaz.

Sartori’nin de vurguladığı gibi kökenbilimsel tanım (etimolojik) bizi pek ileriye götürmese de bir temel, bir dayanak sağlar. İktidarın halka ait olmasıyla iktidarın meşruiyeti ile ilgili bir ilke benimsenmiş olur. Yani iktidar aşağıdan verildiği, ancak halkın iradesinden doğduğu ve bir onaya dayandığı takdirde meşru olur. Etimolojik anlamda demokrasi demos’un cracy’den önce geldiği bir yönetim biçimine işaret eder.

Etimolojik yaklaşımın yani demokrasi kavramının anlamını sabit kılmayı amaçlayan bir yaklaşımın sınırlılıklarını görmek, esasında bir başka yaklaşımında kapısını aralamayı mümkün kılar. Söz konusu yaklaşım tarihselci yaklaşımdır. Tarihselcilik, er türlü kavramın, kurumun, değerin kısaca insana ilişkin her şeyin tarihsel bir perspektifle ele alınmasını ifade eder. Bir kavramın tarihsel olması söz konusu kavramın anlamının ilgili olduğu tarihsel döneme bağlı olarak değişime açık olması demektir. Bir politik adlandırma olan demokrasi kavramının da tarihsel süreç içerisinde birden fazla anlama sahip olabileceğinin göz önünde bulundurulması modern toplumsal koşullarda demokrasi deneyiminin anlaşılabilmesi açısından son derece önemlidir.

Modern demokrasiler bir çok yönden antik demokrasi deneyimlerinden farklılaşırlar. Her şeyden önce bir ölçek farklılığı söz konusudur. Polisin nüfusu 3000-5000 arasında olduğu kabul edilen demos’una karşılık günümüz ulus devletlerinde politik katılım hakkına sahip insanların sayısı milyonları bulmaktadır. Antik Yunan dünyasının statik, durağan ve buna bağlı olarak da homojen sosyal yaşamına karşılık modern sosyal yaşam yatay ve dikey hareketlilik ivmesinin son derece yüksek olduğu heterojen bir mahiyet arz eder. Daha da önemlisi antik ve modern dünya arasında politik kültür yönünden önemli farklılıklar vardır. Devlet, politik özgürlük, çoğulculuk, eşitlik, insan hakları gibi antik Yunan politik kültür dağarcığında olmayan kavramlar, modern demokrasileri anlamak açısından son derece önemli işlevlere sahiptirler.

Modern toplumlardaki demokratik yönetimlerin, her ne kadar ilgili oldukları toplumların özgül tarihsel deneyimlerine bağlı olarak bir takım farlılıklar gösterseler de bazı ortak niteliklere sahip olduklarını söyleyebiliriz.

Modern demokrasiler kavramı ile kast ettiğimiz esasında temsili demokrasilerdir. Ulus devlet ölçeğinde doğrudan katılım imkanının ortadan kalkmasıyla birlikte temsil kurumu demokratik yönetimlerin vazgeçilmez bir unsuru haline gelmiştir. Temsili demokrasilerde politik iktidarın meşruiyeti belirli periyotlarla düzenlenen seçimlerde halkın tercihi ile iş başına gelmesinden kaynaklanır. Böylece politik iktidarı oluşturan elitlerin halkı temsil ettiği var sayılır.

Temsili olma niteliğinin mantıksal bir sonucu olarak modern demokrasiler, antik Yunan demokrasilerinin aksine dikey demokrasilerdir. Burada dikey kavramı yöneten-yönetilen ilişkisini hiyerarşik niteliğine göndermede bulunur. Modern toplumlarda demokratik yönetimler, politik elitlerin halkın oyu için birbirleriyle rekabet etmeleri esasına bağlı olarak işlerler. Demokratik yönetimlerde elit gerçeği ölçek olarak demos’un büyüklüğünün yanı sıra modern toplumlarda politikaya ilişkin bilginin giderek bir uzmanlık bilgisi haline gelmesinin bir sonucu olarak da görülebilir.

Son olarak modern demokrasiler, sadece adı demokrasi olan ve bu gün ortadan kalkmış sosyalist toplumlardaki rejimler bir yana bırakılırsa, çoğulcu demokrasilerdir. Bu anlamıyla modern demokrasilerin liberal demokrasiler olduklarını söyleyebiliriz. Chantal Mouffe’nin de belirttiği gibi günümüz demokrasilerinin çoğulculuk vasfı onları antik Yunan demokrasilerinden sadece biçim yönünden değil, mahiyet yönünden de ayıran önemli bir göstergeye işaret eder. Antik Yunan toplumlarının homojen yapılarından farklı olarak farklı iyi anlayışlarına sahip insan topluluklarında oluşan modern toplum için çoğulculuk demokratik yönetim modelleri açısından hayati bir unsurdur.

Modern demokratik yönetimlerin her ne kadar temelde ortak bir takım niteliklere sahip olsalar da ilgili oldukları toplumu tarihsel ve sosyal gerçekliklerine göre biçimlenerek farklılaşabildikleri de bir gerçektir. Arend Lijphart söz konusu farklılaşmayı Westminster (çoğunluk modeli), ve Oydaşma (konsensüs) modeli şeklinde ikili bir ayrımla ele alır. Lijphart çoğunlukçu demokrasi modelinin homojen oydaşmacı demokrasi modelinin ise heterojen toplumlar için daha uygun ve işler olduğunu belirterek demokratik yönetimlerin arkasındaki sosyolojik unsurların önemine dikkat çeker. Gerçekten de homojen toplumlar için elverişli olan çoğunluk ilkesi bir toplum birden fazla azınlık gruba ayrılmışsa demokratik açıdan uygun bir lke olmaktan çıkar. Ortak karar almalarda talepleri ve ilkeleri sistematik bir biçimde hesaba katılmayan azınlık gruplarının varlığı, çoğulcu demokrasiyi kolayca işlemez hale getirebilir. Her bireyin oyunun matematiksel olarak diğerlerinin ki ile eşit sayılması böyle durumlarda bazı oyların hiçbir etkisinin olmaması olgusunu gizler.

Westminster Modeli Demokrasi

Westminster modelinin özü çoğunluk hakimiyetidir. Burada söz konusu olan çoğunluk bir anlamda pratik bir işleve sahiptir. Demokrasinin anlaşılmasında rasyonel ölçütlerden ziyade pratik işleyişlere önem verilmesi özellikle Anglo-Sakson dünyanın düşünce karakteristiğinin bir tezahürü olarak görülebilir. Gerçektende “akılcı bir demokrasi”nin (bu modern koşullarda temsili demokrasi olabilir) rasyonel tutarlılık gereği, halkın tam anlamıyla temsiline yönelik savunusu pratikte demokratik rejimleri bir yönetilemezlik krizi içerisine sokacaktır. Bu anlamda demokrasinin kavramsal rasyonalitesinden ziyade işleyişine önem atfeden “deneyci demokrasilerde” çoğunluk ilkesi yönetimi kimin yapacağı, bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda ne yapılabileceği gibi pratik sorunları gidermek açısından hayati bir öneme sahip olagelmiştir.

Daha önce de belirtildiği gibi çoğunluk ilkesinin bir meşruiyet ölçütü olabilirliği toplumun bir ölçüde homojen olmasını gerektirir. Etnik, dinsel, dilsel ayrılıkların söz konusu olduğu bir toplumda söz konusu ilkenin meşruiyet için geçerli olabilmesi zordur. Çoğunlukçu demokrasi modelinin en iyi örneğinin İngiltere olması bu meyanda önemlidir. Gerçekten de İngiliz Modernleşmesi evrimsel bir değişim süreci içerisinde gerçekleşmiş ve bu yönüyle de demokrasi toplumsal kesimlerin uzlaşması esasına dayalı bir politik kültür üzerinde temellenebilmiştir. Çoğunlukçu modelin (Büyük Britanya parlamentosunun Londra’daki Westminster Sarayında toplanması nedeniyle) Westminster Model adıyla da anılması İngiltere’nin söz konusu modelin iyi bir örneği olmasından kaynaklanmaktadır.

Teknik anlamıyla düşünecek olursak Westminster modeli bir demokrasinin birbirleriyle ilişkili bazı temel unsurlara sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Söz konusu modelin ilk önemli unsuru yürütmenin gücünün bir noktada toplanmasıdır. Bu modelde hükümetin en güçlü organı kabinedir. Ve kabine genellikle mecliste çoğunluğu elinde tutan partinin üyelerinden oluşur. Kabine çok ezici olmayan bir çoğunluğa dayalı, onun çıkarlarını gözeten ve onun temsilciliğini yapan bir kimlik taşır. Azınlık ise iktidarın dışında kalarak muhalefet rolünü oynar.

İlk unsurla yakından ilişkili olan ikinci unsur iktidarın birleşmesi ve kabinenin üstünlüğüdür. Kabinenin üstünlüğü çoğunluk ilkesinin mantıksal bir uzantısı olarak görülebilir. Sistem her ne kadar parlamenter bir sistem olarak bilinse de kabineyi oluşturan parti parlamentonun da çoğunluğunu teşkil ettiğinden yasama ve yürütme bir anlamda birleşmiş olmaktadır. Duverger’in de belirttiği gibi gerçekte İngiliz rejimi bir güçler dengesi sisteminin bütünüyle tersidir. Parlamentoda salt çoğunluğu elinde tutan parti, dolayısıyla da hükümet başkanı sınırsız yetkileri elinde bulundurur.

Üçüncü unsur politik parti sistemiyle ilgilidir. Her ne kadar çok partili politik sistemler demokratik bir rejim açısından hayati öneme sahip olsalar da pratikte yani demokratik sistemin işleyişinde politik partilerin sahip oldukları önem derecesine göre parti sistemleri de değişebilmektedir. Westminster Demokrasi Modelinde iki partili bir sistem hakimdir. Bu sistemde bir çok parti seçime katılabilme ve hatta parlamentoya girebilme imkanına sahip olsalar da politik yaşam iki parti ekseninde işler.

Westminster modeli demokraside parti sisteminin bir başka özelliği ise tek boyutlu olmasıdır. Politik partileri birbirinden ayıran şey sağ ve sol yelpaze uyarınca sosyo-ekonomik politikaların ne olacağı hususudur. Örneğin İngiltere’de işçi partisi ortanın solundaki tercihleri muhafazakar parti ise ortanın sağındaki tercihleri simgeler. Politik partilerin sosyo-ekonomik politikalarına göre farklılaşmasının temelinde etnik, dinsel ve benzeri konulardaki görüş ayrılıklarının politik bir öneme haiz olmayacak bir mahiyete sahip olmaları yatmaktadır.

Dördüncü unsur seçim sistemiyle ilgilidir. Westminster modeli bir demokrasinin tipik seçim sistemi çoğunlukçu sistemdir. Bu sistem uyarınca çoğunluk oylarını alan ya da eğer bir çoğunluk yoksa en çok oyu alan adayın seçimi kazanması söz konusudur. Çoğunlukçu seçim sistemi bir anlamda Anglo-Sakson dünyanın demokrasi anlayışının bir göstergesi olarak da değerlendirilebilir. Kıta Avrupası’nın akılcı demokrasi anlayışının tersine daha önce de belirtildiği gibi deneyci demokrasi anlayışında önemli olan sistemin istikrarlıişleyişidir. Bu anlamıyla katıksız temsil demokrasinin bir ölçütü olarak telakki edilmez. Oysa akılcı demokrasi kavramlaştırmasında hali hazırdaki demokrasi işleyişine göre değil de mantıksal tutarlılığına göre yani ideal demokrasi tanımına uygunluğuna göre değerlendirildiği için çoğunlukçu seçim sistemi demokratik sistemin meşruiyetini zayıflatan bir teknik olarak görülür.

Westminster modeli demokrasinin beşinci unsuru merkeziyetçi bir yönetim yapısına sahip olmasıdır. Örneğin İngiltere’de yerel yönetimler önemli bir takım işlevleri yerine getirmelerine karşın büyük ölçüde merkezi hükümete bağımlıdırlar.yerel yönetimlerin mali bakımdan özerk olmamaları ve yetkilerinin federal sistemde olduğu gibi anayasa tarafından garanti altına alınmamış olmaması bu bağımlılığın önemli göstergeleri olarak değerlendirilebilir.

Westminster modeli demokrasinin önemli unsurlarından birisi de meclis egemenliği ilkesidir. Yine İngiltere örneğine bakılacak olursa parlamentonun gücü açık bir şekilde görülebilir. İngiltere’de parlamentoyu denetleyecek bir organ yoktur. Hukuki açıdan yasama gücüne konulmuş hiçbir sınır yoktur. Parlamento anayasal nitelikli kuralları da aynı adi yasalar gibi koyar veya kaldırır. Parlamentonun dikkate aldığı tek etken kamuoyudur. Öte yandan İngiltere’de parlamentonun gücünü sınırlandırma işlevini görebilecek yazılı bir anayasanın olmaması kamuoyunun önemini daha da arttırmıştır. Bu bağlamda Westminster modeli demokrasinin temelinde özgür bir kamuoyu ve bu kamuoyuna duyarlı olmayı içerisinde barındıran bir politik kültürün olduğu söylenebilir. Bu politik kültür nedeniyledir ki İngiltere’de muhalefetin iktidarın baskı ya da zorbalığından korkmasına gerek yoktur. Herhangi bir hukuki ve kurumsal güvence olmamasına karşın İngiliz halkındaki özgürlük duygusu en büyük güvencedir. Duverger, hoşgörü ve liberalizm geleneklerinden eteri kadar payını almamış diğer ulusların Britanya kurumlarını tehlikesizce benimseyemeyeceklerini ve bu ulusların aslında Britanya kurumlarında bulunmayan ama bu kurumlardan türemiş bazı benzer rejimlerde görülen frenleri ve güçler dengesini de birlikte kabul etmeleri gerektiğini ifade ederek liberal politik kültürün çoğunlukçu demokrasi modeli açısından önemini vurgular.

Son olarak Westminster modelinin “münhasıran temsili demokrasi” düşüncesini esas aldığını söyleyebiliriz. Bu düşünce aslında parlamentonun egemenliği ilkesinin bir sonucu olarak da görülebilir. Parlamenter egemenlik demek referandum gibi doğrudan demokrasi unsurlarına yer olmaması demektir. Referandum gibi doğrudan demokrasi uygulamalarının halk egemenliği ilkesine dayandığı düşünüldüğünde, Westminster modelinde demokrasinin “halkın iktidarı” şeklinde etimolojik anlamıyla telakki edilmediği görülür. Sartori’nin de belirttiği gibi tek tek bireylerin üzerinde onları kuşatan organik bir toplum kavrayışı Anglo-Sakson dünyaya yabancıdır. Fransızca “peuple”, İtalyanca “populo”, Almanca “Volk” gibi muadilleriyle karşılaştırıldığında “people” çoğuldur.

Lijphart’ın da belirttiği gibi yukarıda ifade edilen Westminster modeli demokrasinin karakteristikleri, modelin ideal tipi için söz konusudur. Uygulamada bu karakteristiklerden önemli sapmalar olduğu görülür. Örneğin, İngiltere’de koalisyon hükümetleri üçüncü bir partinin parlamentoda etkin olabilmesi, sosyo-ekonomik faktörlerin dışında etnik ve benzeri faktörlerin de politik yaşamda rol oynaması, zaman zaman nispi temsil esasına dayalı seçim sisteminin uygulanması, Avrupa Birliği gibi uluslar arası kuruluşların mevzuatının parlamento kararlarının üzerinde yer alması ve Avrupa Topluluğuna üyelik için yapılmış olan referandum bu sapmaların örnekleri olarak gösterilebilir.

Westminster Demokrasi Modeli’nin Sorunları

Westminster demokrasi modelinin sorunları özellikle 1970’li yıllardan sonra yaşanan sosyal değişim süreçlerinin bir sonucu olarak görülebilir. Söz konusu sorunların globalleşme ve postmodernizm tartışmaları bağlamında liberal demokrasi kavramlaştırmasına yönelik eleştiriler ile birlikte ele alınması bu anlamda önemlidir.

Bilindiği gibi modern anlamıyla demokrasi yani liberal demokrasi, soyut birey anlayışı üzerine temellenir. Bu anlamıyla düşünüldüğünde demokrasi bu bireylerin vatandaşlık kimliği ile yönetime katılmaları (bu katılım belirli periyotlarla düzenlenen seçimlerde vatandaşların temsilcilerini seçmeleri şeklinde olmaktadır.) şeklinde gerekleşir. Politika dar bir politik kamusal alanda gerçekleştirilen bir faaliyeti ifade eder. Bireylerin vatandaşlık dışındaki etnik, dinsel, cinsel ve benzeri kimlikleri politik kamusal alanın dışında telakki edilir. Bu durumda politika biçimlerinin temel belirleyici unsurları sosyal ve ekonomik meselelerdir. Söz konusu belirleyici unsurlara bağlı olarak politik yelpaze sağ-sol ayrımı ekseninde şekillenir. Politika, vatandaşlık ve sınıf gibi sosyal kategoriler temelinde kavramlaştırılır.

Liberal demokrasilerde önemli olan bir başka unsur hak nosyonudur. Soyut bireylerin doğal bir takım haklarının olduğu ve bu hakların politik iktidara karşı korunması gerekliliği politik sistemin meşruiyeti açısından temel bir öneme sahiptir. Söz konusu haklar tarihsel ve toplumsal bağlamdan bağımsız olarak var olup, rasyonalist bir epistemolojiyle temellendirilmişlerdir. Toplumdaki tarihsel, toplumsal ve dolayısıyla da kimliksel iyi anlayışları politik kamusal alanın dışına, özel alana bırakılmıştır. Bu anlamda politik kamusal alan ve onun kurumları nötr olarak düşünülmüştür. bu durumda toplumun bütünü için geçerli olan bir iyi anlayışı söz konusu değildir. sivil toplum içerisinde gördüğümüz kanaatler çoğulluğu, iyi anlayışına ilişkin farklı düşünceler politik toplum için geçerli değildir.

Homojen politik kültüre sahip bir toplumda çoğunlukçu demokrasi liberal demokrasinin yukarıda belirtilen karakteristikleriyle örtüşür. Gerçektende nötr devlet politikanın sosyo-ekonomik meselelere bağlı olarak ifade edilen bir faaliyet olarak işlemesi, sağ ve sol ayrımına dayalı politik partiler ve bu partilerin temsili demokrasi açısından önemli roller icra etmeleri, temel ha ve özgürlüklerin güvence atına alınması ilkesi ve katılımı önemli bir değer olarak telakki etmeyen daha çok istikrarlı bir yönetim anlayışını esas alan ve bu anlamda demokrasiye hükümetlerin barışçı bir yolla değişebilmesine imkan veren bir yöntem olarak değer atfeden bir demokrasi anlayışı gibi unsurları nedeniyle Westminster modeli demokrasiler, liberal demokrasilerin en müşahhas örnekleri olarak görülmüşlerdir.

Fakat 1970’li yıllardan sonra yaşanan sosyal değişimler sonucunda liberal demokrasilerin bir meşruiyet krizi içerisinde oldukları bir gerçektir. Yeni bir politika anlayışı ve yeni politik aktörlerin ortaya çıkışı klasik politik adlandırmaların (ulus devlet, sağ-sol, temel hak ve özgürlükler, sınıf, vatandaş) anlamlarını önemli ölçüde belirsiz ve tartışılır hale getirmiştir.

Yeni politika anlayışı ile kast edilen farklı yaşam biçimlerinin meşruluğunu ve özgünlüğünü savunan kimlik politikası ve çoğulcu politika anlayışıdır. Diğer bir adıyla postmodern politika anlayışı kimlik politikasının yaşama geçirilmesidir. Bu anlamda yeni politika anlayışı modernist söylemlerin toplumsal kimlikleri rasyonel birey ya da sınıf kategorisi içine özümleyerek geliştirdikleri demokrasi kavramlaştırmasını sorunlu hale getirir.

Yeni politika anlayışı politikayı dar bir politik kamusal alanda cereyan eden ve soyut bireylerin vatandaşlık kimliği ile gerçekleştirdikleri bir eylem olarak telakki etmez. Politika farklı kimliklerin kendilerini politik kamusal alanda sunabilmesine imkan veren ve dolayısıyla da liberal demokrasinin öngörmüş olduğu kurumsal yapının dışına taşan geniş bir alana gereksinim gösteren bir faaliyeti ifade eder. Öte yandan yeni politika anlayışına göre politika iyi anlayışına dönük bir eylem olup, farklı kimliklerin kendi iyi anlayışlarını politik kamusal alana taşımalarını esas alır.

Günümüzde liberal demokrasilerin önündeki en önemli sorunlardan birisinin farklı kültürel kimliklerin tanınması meselesi olduğu söylenebilir. Resmi düzeyde bir tanıma politikası önündeki en büyük engel ise liberal demokrasilerin tanımı ve uygulaması gereği tüm vatandaşların eşit temsil ilkesine dayanmasıdır. Çağdaş demokrasilerde kamu kurumlarının gayri şahsiliği esas olduğundan vatandaşlar devletin kendilerine etnik, dinsel ve kültürel kimliklerinden bağımsız olarak eşit bir şekilde davranması karşılığında söz konusu kimliklerinden vazgeçerek bir bedel ödemektedirler. Bu durumda farklı kimliklerin politik eylemde bulunma talebi vatandaş bireylerin temsiline dayalı liberal demokrasi açısından bir meşruiyet krizine yol açmaktadır. Söz konusu olan esasında bir temsil krizidir. Ve bu kriz farklı kimliklerinin politik taleplerinin ulus devlet ölçeğinde yürütülen liberal demokrasilerce karşılanamaması anlamına gelir.

Yeni politika anlayışı beraberinde yeni politik aktörleri de gündeme getirmiştir. Özellikle çoğunlukçu demokrasi modeli açısından son derece önemli işlevler gören politik partiler, baskı grupları gibi politik öznelerin ötesindeki yeni toplumsal hareketler politikanın yeni özneleri olarak ön plana çıkmaya başlamıştır. Modern demokrasilerin yukarıda belirtilen bir meşruiyet krizi içerisinde olmaları beraberinde politik partiler gibi formel kurumlara olan güveni sarsmış ve bu da yeni toplumsal hareketlerin önemini arttırmıştır. Öte yandan globalleşme süreci ile birlikte politikada global bir nitelik kazanmış ve çeşitli uluslar üstü kuruluşlarda politik eylemin bir öznesi haline gelmiştir. Uluslar arası kuruluşların ve uluslar arası hukukun ulus devletler üzerindeki giderek artan etkisi genel olarak ulusal egemenlik düşüncesinin özel olarak da çoğunlukçu demokrasi modelinin temel unsurlarından biri olarak parlamenter egemenlik ilkesini önemli ölçüde zayıflatmıştır.

Globalleşme bir yönüyle global bir politika anlayışını beraberinde getirirken, zaman ve mekanın sıkışması olarak nitelendirebileceğimiz diğer bir yönüyle de farklı kimliklerin birbirlerini daha yakından tanımaları ve bir arada yaşamalarına zemin hazırlamış, eski sömürgelerden sömürgeci ülkelere göç ve işçi akışı sonucunda Batılı ülkelerde ulusal kimlik ve ulusal kültür kavramlarını sorunlu hale getirmiştir. Daha önceleri mekan olarak kendinden uzak olanı öteki olarak telakki edilen Batı’nın ötekini daha yakından tanıması oryantalizm tartışmalarını gündeme getirmiş ve bu da Batı merkezli bakış açısının sorgulanması için bir temel oluşturmuştur. Bu sorgulamanın ötekinin varlığını kabul etme ve ötekine saygı esasına dayanan postmodern politika anlayışı açısından önemli sonuçları olduğunu söyleyebiliriz.

Kimlik/fark esasına dayalı yeni politika anlayışı politika ve politik özgürlüğün mahiyeti açısından da önemli sonuçlar doğurmuştur. Politikanın konusunun sosyal ve ekonomik meselelerin ötesine geçerek etnik, dinsel, cinsel kimlik sorunlarını da kapsar hale gelmesi özellikle sınıf esasına dayalı sağ ve sol politik ayrımını belirsiz hale getirmiş ve klasik sağ ve sol politik ayrımıyla açıklayamayacağımız yeni politik oluşumların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu durumun ideal olarak iki partili ve tek boyutlu bir parti sistemine dayalı çoğunlukçu demokrasi modeli açısından önemli sorunlar doğurduğu söylenebilir. Öte yandan yeni politika anlayışıözgürlük kavramının anlamını da değiştirmiştir. Özgürlük, klasik özgürlük kavramlaştırmasının, doğal hakların korunması esasına dayalı negatif özgürlük ve sosyal ve ekonomik hakların korunmasını esas alan pozitif özgürlük anlayışlarının ötesinde farklı kimliklerin varlıklarını koruyabilme politik kamusal alanın aktörleri olarak kabul görmeleri şeklinde ontolojik bir içerik kazanmıştır. Liberal demokrasilerde özgürlüklerin tek güvencesi olarak telakki edilen yasaların yeni özgürlük anlayışı açısından yetersi kaldıkları ve özgürlüğün korunabilmesinin politik kamusal alanın farklılıklara açılarak, politik katılımın arttırılması ile sağlanabileceğine ilişkin düşünceler de katılım unsurunu asli bir mesele olarak görmeyen çoğunlukçu demokrasi modelini sorunlu hale getirmiştir.

Aslında özgürlüklerin korunmasında yasaların önemini kaybetmesi bir anlamda yasa anlayışında meydana gelen değişimin bir sonucu olarak da görülebilir. Sartori’nin ifadesiyle hukuki pozitivizmin hakimiyeti ile birlikte yasa ile adalet arasındaki bağ kopmuştur. Yasanın meşruiyetinin yalnızca ilgili yasama organı tarafından çıkarılması ve belli prosedürlerin takip edilmesi şartlarına bağlanması yasaları her hangi bir organın kararları düzeyine düşürmüş ve bir yasa enflasyonuna yol açmıştır. Günümüzde söz konusu olan toplumların genel adalet duygularını temsil eden ve kolayca çıkarılıp değiştirilemeyen yasalar değil ülkelerin parlamentoları tarafından kolayca çıkarılıp, değiştirilebilen parlamento kararlarıdır. Yasa anlayışının mahiyetindeki bu değişim, parlamenter egemenlik ilkesine dayalı çoğunlukçu demokrasi modeli içinde özgürlüklerin korunabileceğine ilişkin düşünceyi de kuşkulu hale getirmiştir.

Modern politik düşüncenin genel, nötr ve bireylerin temel hak e özgürlüklerini güvence altına almanın önemli bir unsuru olarak düşünülen hukuk ve bu bağlamda yasanın adalet ile eşitlenmesi düşüncesi postmodern politik düşünce bağlamında ciddi eleştiriler almıştır. Evrensellik, rasyonalite ve belirlilik gibi modern düşüncenin temel karakteristiklerinin yerine olumsallığı, tikelliği ve belirlenemezliği esas alan postmodern politika anlayışına göre yasa ile adalet arasındaki boşluk kapatılamayacak cinstendir. Ernesto Laclau’ya göre yapı çözümünü imkan dahiline sokan da söz konusu boşluğun varlığıdır. Laclau Derrida’nın “gelecek demokrasi” kavramının teleolojik hiçbir yanı olmayan ve ötekiyle ilişkiyi açık tutma konusunda bitmeyen bir taahhüdü içeren bir demokrasi anlayışını olduğunu ifade eder. Bu anlamda adaleti mümkün kılan şey, önceden belirlenmemiş bir öteki ve bu ötekiye yönelik radikal açılıştır.

61392 kez görüldü, 0 kez indirildi.

<< --
 
EBSCO
PROQUEST
CABELLS DIRECTORY
INDEX COPERNICUS
SOCIOLOGICAL ABSTRACTS
ASOS Akademia Sosyal Bilimler Index
Üye Girişi
DUYURULAR/HABERLER
Dergide yayınlanan yazılardaki görüşler ve bu konudaki sorumluluk yazarlarına aittir.
Ampirik veriler, değerlendirme sürecinde hakem veya hakemler tarafından talep edilirse, yazar veya yazarlar ilgili verileri paylaşırlar.
Bu verilerin bir başka çalışmada kullanılmaması esastır.
© 2000 - 2024 İş,Güç Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi